Yaralı
bir bilinç
Türkiye'de
bugün artık din'le tedeyyünü birbirinden ayırma
zamanı gelmiştir. Tarih boyunca şu ya da bu dönemlerde,
ya da belirli mekanlarda dinin tedeyyüne dönüşmüş
hali "mutlak din" gibi görülmekte ya da gösterilmekte
ve buna bağlı olarak, dinîleştirilen(İslâmîleştirilen)le
Din(İslam)arasında sorunlar belirmekte, bu sorunlu
halin davranışlara yansıması ferdî ve
toplumsal hayatımıza etki ettiği gibi, dinî ve
dinle olan bir çok şeyi tartışılır
hale getirmektedir. Bu tür sorunlu ve tartışmalı
bir ortamda dinî sosyalleşmesini tamamlayan insanlar D.
Şayegan'ın başka bir bağlamda kullandığı
ifadesiyle "yaralı bir bilince" sahip olmaktadırlar.
İçinde bulunduğu ve sosyalleştiği kültürle
ya da din anlayışıyla bir tür yaralı
bilince sahip olan Avrupadaki Türkler, birde kendi ülke ve kültüründen
"kopuş"u ve geri dönemedikleri için "yeniden
bağlanamayış"ı
yaşamaktadırlar.
Bunun için yaşadığı toplum içinde mevcut
şartlara göre kültürel evrenini yeniden inşa etme
girişiminde bulunmaktadırlar. P. Berger'in
ifadesiyle kültürel evreni inşa etmede önemli derecede
rolü olan din, tam da burada devreye girmektedir. Bu inşada
dinî yönden aktör durumunda olanlar, ya DİB görevlilerinden
oluşmakta ya da dinî formasyonu oldukça tartışılır
çeşitli sivil-siyasî kuruluşlara mensup kişilerden
teşekkül etmektedir.
Ben burada sözkonusu aktörlerin "neliği"ni açıklamaktan
ziyade, bunlara Türkiye'de zihinsel ve bilgisel olarak
kaynaklık eden kurum ya da kuruluşlara, bunların
dışındaki oluşumların düşünsel
temellerine bazı göndermelerde bulunmak istiyorum.
Cumhuriyet döneminde yaşanan İslâmın
sosyolojik yapısından hareketle Şerif MARDİN'in
merkez-çevre ilişkisi içinde ele aldığı
ve daha çok folk İslam
şeklinde
tanımladığı ve Paul DUMONT'un,
bizim de benimsediğimiz,
Resmi
ve Paralel İslam
şeklinde
nitelediği Türkiye'deki İslamın düşünce
örgüsü siyahla beyazın birbirinden ayrıldığı
gibi net ve berrak değildir.
Resmî İslam kategorisine giren ve bugün gerçek manada
dinî düşünceyi üretme konumunda bulunan İlahiyat
Fakültelerindeki İslam öğretimi tarihe yöneliktir.
1998'den beri uygulamaya giren bu Fakültelerin yeni
programları, kısmen güncel ve sosyal olana vurgu
yapmaya elverişli hale getirilseler de yapısal durum
imkan vermediğinden, İslam ve öğretisi tarihte
kalmaktadır. Oysa dini yaşayan insanlar bugünün
insanlarıdır. Sınırlı olarak istisnaî
bir şekilde yapılan çalışmalar bir yana,
bugünü kendisine konu edinmeyen böyle bir yapılanma,
araştırmacıların bugünle ilgili
meseleleri tarihe taşımalarına sebep olmakta,
orada hal çareleri aramaları gibi günümüzün
problemelerine çözümü yeterli olmayan bir veriyi ortaya
koymaktadır. Tabiatıyla güncel olarak yaşanan
bir dinin düşünce alanı tarihe takılı
kalmakta, bir türlü bugüne gelinememekte ve her şeyin
sadece tarihiyle meşgul olunduğundan o dine ait düşünce
ya ideolojik ya da ütopik kalmaktadır.
Bu
bağlamda bazı istisnalar hariç İlahiyat Fakültelerinde
dinî düşünceyi oluşturan şemaların
dayandığı yer, tarihsel alandaki tedeyyün süreçlerinin
belirli aşamalarından herhangi biri olmaktadır.
Oysa bu süreçler bugünün problemlerini çözme ve geleceği
inşa etme bakımından değerlendirildiğinde
amaç değil araç konumundadır. Dinin
kendi içinden çıkardığı özle beraber
tarihsel alan içersinde farklı şartlara göre örülen
geleneğin içinden Mutlak anlamdaki dine ulaşacak
bir yol açılmadıkça, dinî düşüncenin
durumu günümüzde olduğu gibi katılaşmış,
içinden Vahy gerçeğinde olduğu gibi "yeni
okumalarla" düşünce fışkırmayan, beşerî
zihnin sınırlarıyla malül bir kabuk olmaktan
öteye gitmeyecektir.
Burada Türkiye'deki dinî düşüncenin durumunu ortaya
koymaya çalışırken tarihi ve tarihle ilgili
aydınlatmaların gereksizliğini değil, ne
anlama geldiği cevaplandırılmadan ve ne işe
yarayacağı belli olmayan bir amaçla yapılan
bir sürü çalışma ya da anlatının,
safiyane bir entellektüel gayret olmaktan ileriye gitmediğini
vurgulamak istiyoruz.
Diğer yandan Türkiye'de Resmî İslam, tarikatların
kapanması ile Paralel İslamın yaşadığı
sürece dahil edilmese de, 1932-1949 yılları arasında
yaşanan kopukluğun ve ilgisizliğin çıkarmış
olduğu bir bunalımın neticesinde, yeniden dinî
eğitime dönüşün yüksek tabakalardan ziyade orta
ya da alt tabakalarda yankı uyandırması, başka
bir deyişle bugünkü Resmî İslamın düşünsel
alanını belirleyen kesimin sosyo-kültürel tabanının
düşük olması nedeniyle, arzulanan yüksek düzeyde
dinî düşünce adına, bir dezavantaj yaşanmaktadır.
Paralel İslamın ortaya koyduğu da malumat yığınından
başka bir şey değildir.
Bu olumsuz yapısal durumun düşünceye yansıması,
entellektüel üretkenliğin, hareketliliğin ölçüsünü
ve değerini negatif olarak büyük ölçüde
etkilemektedir. Bir örnekle açmak gerekirse, bugün Türkiye'de
İlahiyat Fakülte- lerinden sonra dinî düşünceyi
belirleme ve bu konuda halkı aydınlatmada aracı
rolü oynayanlar başta müftü ve vaizler olmak üzere
camilerdeki din görevlileridir. Diyanet İşleri Başkanlığının
organizesi ile görev yapan camilerdeki din görevlilerinin eğitim
seviyelerine baktığımızda, büyük bir çoğunluğu
İmam-Hatip Lisesi mezunudur.
Bunların
biraz önce tasvirine çalıştığımız
İlahiyat Fakültelerinden mezun olan din kültürü ve
ahlak dersleri öğretmenlerinin öğrencileri olduğunu
dikkate aldığımızda, bilginin de belirli
bir kırılmayla insan zihnine ulaştığını
düşünürsek, mevcut yapıyı anlamada fazla bir
zorluk çekmemiş oluruz. Burada dinî düşüncenin
halka açılımı bakımından yaygın
din öğretiminin yapıldığı camilere
devam eden vatandaşlarımızın dinî bilgi
seviyelerinin niceliğini ve niteleğini gözönüne
aldığımızda ve bunların bilgi
eksikliklerinden de istifade ederek kendi anlayışlarını
din diye anlatan kişi ya da kişileri düşündüğümüzde,
bu alanda yapılması ve tedbir olarak alınması
gerekenlerin ne derecede önemli olduğunu kavramış
oluruz. Bu bağlamda yapılması gerekenler
mutlaka disiplinler arası araştırmaların
sonuçlarına dayalı olarak gerçekleştirilmelidirler.
Ayrıca Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından
itibaren dinî düşüncenin çeşitli sebeplerden
dolayı ivme kaybetmesi, arada meydana gelen boşlukların
da etkisiyle oldukça artmıştır. Yaşanan
dinî boşluğun doldurulması telif değil
tercüme faaliyetleri ile telafî edildiğinden ve
dahası, bu tercümeler Arap ülkeleri, Pakistan ya da diğer
çeşitli İslam ülkelerinin sorunlarından kalkılarak
ele alındığından, aynı problemler
bizde de varmış gibi bir anlayışı
ortaya koyarak ve Türkiye'nin problemleri sözkonusu ülkelerin
problemleriyle özdeşleştirilerek benzer düşünce
ve dinî sosyal grupların oluşmasına yol açılmıştır.
Aynı durumu Türkiye'nin bir prototipi olan ve görevlilerini
buradan gönderdiğimiz Avrupa ülkelerindeki Türkler için
de söylememiz mevcut bilgi, gözlem ve tecrübelerimiz çerçevesinde
mümkündür. O halde, Avrupa'da yaşayan Türklerin dinî
ve kültürel meselelerinin ve bunlara bağlı olarak
şekillenen entegrasyon sorununun hem Türkiye hem de Türklerin
bulunduğu ülkelerin şartlarıyla, ihmal
edilmeyecek bağları olduğunu dikkatlerden kaçırmamalıyız.
Genel çerçevesini ve dayandığı kaynağı
irdelemeye çalıştığımiz dinî
bilgiyle sosyalleşen ve kültürel dünyasını
inşa eden Avrupa'daki vatandaşımızın
içinde bulunduğu diğer durumlarını
dikkate aldığımızda bu meselenin masa başında
alınan kararlarla çözülemeyeceği anlaşılmaktadır.
Bunun için her iki tarafta karşı karşıya
gelinen sorunları önce bilimsel olarak incelemek ve bu
incelemeler sonucunda elde edilecek veriler
ışığında çözüm yollarını
aramak gerekecektir.
SAYFA
BASI
Yazarın
diğer
yazıları:
Yaralı
bir bilinç
AB
ve din anlayışı
Entegrasyon
tek yönlü bir olay mı?
Eğitimsizlik
mi, Kader mi ?
İnançlarda
ve düşüncelerde yanlışlıklar
İslamda
çalışma hayatı
Din
Anlayışımıza Dair
Selam
SAYFA
BASI
|