DÜRBÜN Prof.
Dr. Hacı Duran
|
|
duranhaci@gmail.com
|
MUHAYYEL ERMENİ SOYKIRIM
İKONASININ KURBANI OLARAK TÜRKLER
Prof.
Dr. Hacı Duran
Adıyaman Üniversitesi Öğretim Üyesi
hduran@adiyaman.edu.tr
Özet:Bu
makalede, ilkin ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya
inanmanın sosyolojisi ve tarihi ortaya konmaya çalışılacak.
İkinci olarak, bir milletin tarihte meydana geldiğine
inanılan bir olaydan dolayı, katil olarak itham edilmesinin
ve suçlanmasının anlamı üstünde durulacak. Üçüncü olarak,
Ermeni soykırım inancını kabul etmeme ve böyle bir inanca
karşı gelmenin, suç olarak yasalaşması ve tanımlanması
sorunu araştırılacaktır.
Ataları
soykırıma uğramış bir halk olmaya inanma -ki Ermeniler bunu
gerçekleştirmeye çalışıyorlar- Ataları soykırım suçlusu
olarak görülen bir millete mensup olma duygusu –Bilhassa
yurt dışında yaşayan Türklerin karşı karşıya kaldığı bir
sosyal baskı--ve atasının soykırım suçlusu olmadığına
inanmanın suç sayıldığı bir dünyada yaşamanın –Türkler bu
suçu kabullenmeye zorlanmakta ve bu amaçla küresel güçler
tarafından baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır- bedeli
üstünde durulacaktır
Anahtar Kelimeler:
Muhayyel Ermeni Soykırım İkonası, Diaspora Ermenileri,
Soykırım Metaforu İnancı, Muhayyel Soykırım Suçuyla
Dehümanizasyon, Maktul Ata Metaforunun Simulasyona Dönüşümü
ve Küresel Dolaşımı, Mazlumiyet Figürü, Muhayyel Suçla
Suçlanmanın İşkencesi, Söylemsel Tarihi Suç, Ahlaki Şiddete
Maruz Kalma
TURKS
AS THE VICTIMS OF FICTITIOUS ARMENIAN GENOCIDE ICON
Abstract
This
study first deals with explanation of sociology and history
of a nation believing that their ancestors have been victims
of genocide; secondly, the meaning of accusation a nation of
murder because of an event alleged to have occurred in
history; and thirdly, the problem of acceptance of denial
of alleged Armenian genocide as a crime. The study also
explores the matters such as believing to be a nation of
which ancestors have been victims of a genocide –which
Armenians have long been longing for achieving-, to be a
member of a nation whose ancestors have been accused of
having committed a genocide –a social pressure which is
experienced especially by Turks abroad, living in a world
where believing their ancestors have not been guilty of
genocide has been seen as a crime and the pressure on Turks
to confess having committed that crime and keeping them
under pressure for achieving that purpose by the global
powers.
Key words
fictitious Armenian genocide icon, Diaspora Armenians,
metaphor of genocide, dehumanization by fictitious genocide
crime, simulacrum of metaphor of murdered ancestor, figure
of being victim of atrocity, torture of being accused of
fictitious crime, historical crime discourse, moral atrocity
Türkiye son
otuz yıldır Ermeni soykırımı yalanıyla itham edilmekte ve
suçlanmaktadır. Bu suçlamayı yapan ülkelerin ve güçlerin
sayısı her yıl daha da artmaktadır. Türkiye suçlamaya karşı
tarihi belgelere baş vurarak bunun bir yalan olduğunu dünya
kamu oyuna anlatmaya çalışmaktadır. Tarihi metinler ve arşiv
belgeleri ile masumiyetini isbatlamaya çalışan bir mahkum
gibi davranmaktadır.
Öte taraftan soykırım yalanının yürütücüsü konumundaki
Ermeni Diasporası, Türkiye karşıtı güçlerle işbirliği
içerisinde, Türklerin soykırım suçlusu olduklarına kesin bir
inançla, propaganda yapmaya devam etmektedir. Türkiye’nin
soykırım yalanıyla mahkum edilmesi ile yetinmiyor. Aynı
zamanda soykırıma inanmayanların yargılanması yolunu da bir
çok ülkede açmış bulunmaktadır. Diaspora Ermenileri, Ermeni
soykırımı inancını inkar etmenin, bir insanlık suçu
olduğunu, bir çok ülkenin mevzuatında yasal bir düzenleme
haline getirmeyi başarmıştır. Diaspora Ermenileri bununla da
yetinmiyorlar. Türk milletinin yaşayan bu günkü neslini
katillerin çocukları, torunları ve işbirlikçileri olarak
suçlamaktadır.
Bu makalede, ilkin ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya
inanmanın sosyolojisi ve tarihi ortaya konmaya çalışılacak.
İkinci olarak, bir milletin tarihte meydana geldiğine
inanılan bir olaydan dolayı, katil olarak itham edilmesinin
ve suçlanmasının anlamı üstünde durulacak. Üçüncü olarak,
Muhayyel Ermeni soykırım inancını kabul etmeme ve böyle bir
inanca karşı gelmenin, suç olarak yasalaşması ve
tanımlanması sorunu araştırılacaktır.
Anlaşılacağı gibi, tarihi metinlere inilerek soykırımın
işlenip işlenmediğini tartışmayacağım. Bu konudaki
tartışmalar için tarihi belgeler yeterince açık olsa bile,
sonuçta yapılacak tarihi incelemelerde bilimsel bir sonuç
ortaya çıkacaktır. Bilimsel bir açıklamanın ve bulgunun bir
inancı ortadan kaldırmaya yetmeyeceği bilim tarihi, din
tarihi ve sosyolojik kaynakları takib edenlerin bildiği bir
husustur.
Bundan dolayı, inanç ve dogma haline getirilen tarihi
metaforlar için tarihi belgelerin gerçek içeriklerinin fazla
bir anlamı da yoktur. Ermeni diasporasının konu ile ilgili
anlatımlarına bakılırsa, tarih onlar için yeniden yaratılan
ve anlamlandırılan bir araçtır. Yani tarihi metinler,
inancın meşruiyeti ve aklileştirilmesi için araç olarak
işlem görmektedir.
Bilindiği gibi, tarihi belgelerin ve metinlerin yaşayan
inançlar ve söylemler için yeniden yorumlanması, işlenmesi,
metaforlara dönüştürülmesi ve inşa edilmesi ilk defa Ermeni
diasporasının baş vurduğu bir yöntem değildir. Aynı tavrı ve
tutumu 19. ve 20. yüzyılda inşa edilen ulusal kimliklerin ve
halen inşa edilmeye çalışılan çeşitli etnik kimliklerin
yapılandırılmasında da görmek mümkündür
Çünkü dönemin Avrupası’nda, Ulrich Im Hof’un belirttiğine
göre, “Her ulus efsaneye değil, gerçeğe dayalı olduğunu
iddia ettiği kendi geçmişi ile ilgili bir tarihe sahip
olduğuna…Ölülerle dirilerin birlikte olduğuna dair”
bir inanç geliştirmişti.
Bundan dolayı bu çalışmada doğrudan doğruya olayın tarihte
meydana gelip gelmediği ile ilgilenmeyeceğiz. Ataları
soykırıma uğramış bir halk olmaya inanma -ki Ermeniler
bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar- Ataları soykırım
suçlusu olarak görülen bir millete mensup olma duygusu
–Bilhassa yurt dışında yaşayan Türklerin karşı karşıya
kaldığı bir sosyal baskı-ve atasının soykırım suçlusu
olmadığına inanmanın suç sayıldığı bir dünyada yaşamanın
–Türkler bu suçu kabullenmeye zorlanmakta ve bu amaçla
küresel güçler tarafından baskı altında tutulmaya
çalışılmaktadır- bedeli üstünde durulacaktır.
MUHAYYEL
MAKTULLERİN İKONASI:SOYKIRIM METAFORU İNANCI
Ermeni
Diasporası, soykırıma uğramış bir halk olmayı, bir inanca
dönüştürmüştür. Bu inancı pekiştirme yönündeki çalışmalarına
devam etmektedir. Muhayyel ölü atalarının intikamını
alamadıklarına inanıyorlar, yanıyorlar. Onlar
Baudrillard'ın: “Ermeniler yaşadıklarını isbatlamak için
öldüklerini isbatlamak zorundalar” şeklindeki ifadesinin,
kendi durumlarını ortaya koyduklarına inanıyorlar.
Fransa’daki Diaspora Ermeni hareketlerinin liderlerinden P.
Deveciyan atalarının öldürülmelerine inanmanın kendileri
için ne kadar hayati bir önem taşıdığını şu şekilde
anlatmaktadır: “Ben ne zaman torunuma baksam onun yaşındaki
çocukların bir zamanlar sadece Ermeni olduğu için öldüğünü
düşünüyorum. Bu her gün yaşanması imkansız bir acıdır. Bu
Yahudilerin yaşadığı travma gibi, çok büyük bir travmadır.
Ben bir yüzyıl daha halımın altında kadavralarla yaşamak
istemiyorum”
Asala liderlerinden Avedikyan: “Soykırım demezsem aynada
yüzümü göremem”
demektedir. Bu anlatı, ölümleri propaganda malzemesi olarak
kullanmanın ve bir nefreti tarihi/arkeolojik ikonalarla
temellendirmenin, en çarpıcı örneklerinden birisidir.
Muhayyel kitlesel kıyımın ikonlaşması olarak
tanımlayabileceğimiz bir süreç var ortada. Tıpkı kiliselerde
Hz. İsanın çarmıha gerilme sahnesinin sürekli gösterimde
tutulması ve ikonlaşması gibi bir durum.
Öldürülme, cinayet, zulüm ve işkence görmüşlük üstüne kurulu
bir propagandanın, bir varoluş biçimi olarak algılanması ve
kabul edilmesi gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Bu
ifadeler, cinayet mağduriyeti ve soykırım miti, üstüne
kurulmuş bir propagandanın Diaspora için ne kadar önemli
olduğunu göstermektedir.
Ermeniler ataları gerçekten öldürüldükleri için mi? Maktul
ata metaforlarına sığınıyorlar. Yoksa soykırıma uğramışlık
inancı onlar için başka bir değer mi? Taşımaktadır. Bu
konuya açıklık getirmek için soykırıma uğrayan halkız,
demekle neyi kast ettiklerine bakmak gerekir. Soykırıma
uğradık demekle birlikte, Türkleri suçladıkları açıktır. O
halda soykırıma uğramışlık inancı onlar için aynı zamanda
başka bir millete karşı önyargılı olma anlamına gelmektedir.
Onlar için soykırıma inanma bir hesaplaşmayı gündeme
getirmektedir. Bundan dolayı olsa gerek, Ermenilerin Azeri
Türklerine uyguladığı soykırımı Azeri düşünür Cemil Hesenli,
Müslüman toplumlardaki kerbela faciasına, Batı toplumlarında
ise 1572’de Paris’te Katolikler tarafından üç bin kişinin
bir gecede
kıyımdan geçirilmesi olaylarına
benzeterek anlatmaktadır.
Bir milleti
soykırım yapmakla suçlamanın ne anlama geldiğini daha sonra
tartışacağım. Şimdilik soykırıma uğramışlık söyleminin
Ermeniler için aynı zamanda Türklere karşı bir kin ve nefret
duygusu taşıdığını belirterek asıl konuya dönelim.
Ermenilerin gerçekten soykırıma uğrayıp uğramadıkları tarihi
belgelerle açıklığa kavuşacak bir konudur. Bu konuda bir çok
tarihi belge soykırımın olmadığını ortaya koysa da Ermeniler
yine de soykırıma uğradıklarına inanmak zorunda olduklarını
belirtiyorlar. Yukarıda belirtmiştik: Konu gerçekten bir
soykırımın gerçekleşmiş olması değildir. Sorun her türlü
bilgi ve belgeye rağmen Ermenilerin kendilerini soykırıma
uğramış bir halk olarak görmelerinde yatmaktadır. Bir
manada Ermeniler varolmalarını soykırıma inanmaya borçlu
olduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Durum böyle olunca,
ortada bir inancın meşruiyetini ve bir nefretin doğallığını
göstermek için etkili propaganda ile kendini var etmeye ve
güçlendirmeye çalışan bir etnik kimlikle karşı karşıya
bulunmaktayız. Erol Göka’nın belirttiği gibi, Diaspora
Ermenileri, cemaat kimliği ile varoluşlarını devam ettirmek
için mazlumiyet ve Türk düşmanlığı inançlarını yeni
nesillere öğretmek zorunda hissediyorlar, kendilerini.
Bu figürle Ermeniler, farklı siyasi coğrafyalara dağılmış
olan ırkdaşlarını ortak bir inanç etrafında toparlamaya,
korumaya ve ayakta tutmaya çalışmaktadır. Osmanlı devleti
döneminde mağduriyet ve mazlumiyet figürleri, Türk karşıtı
propaganda da kullanılmaktaydı. Ancak soykırım miti bu
dönemde, henüz kullanıma sokulmamıştı. Soykırıma uğramışlık
inancının oluşturulması ve bunun dolaşıma sokulması yaygın
olarak 1970’lerden sonra gerçekleşmiştir. Her iki durumda da
-yani soykırımsız mazlumiyet ikonası ve soykırımlı
mazlumiyet ikonası- dağınık yaşayan Ermenilerin ortak bir
siyasi etnik kimlikte buluşturulması amaçlanmıştı. Ancak bu
etnik kimlik belli bir coğrafyada yaşayan ve kendini ifade
eden bir kimlik de değildir. Küresel çapta, küresel bir güç
olarak ve küresel yönlendirme, manipülasyon aygıtları ve
güçleri ile kendini ifade eden, anlatan bir kimliktir.
Ermenilerin Türk karşıtı propaganda ile kendilerini siyasi
ve ideolojik olarak var etmeye, inşaya ve güçlendirmeye
çalışmaları çabalarını, iki ayrı dönemi esas alarak tahlil
etmek gerekir. Birincisi Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna
kadarki Osmanlı devleti dönemidir. İkincisi ise 1973’ten
sonra Türk diplomatların öldürülmesi ile birlikte Diaspora
tarafından ileri sürülen ve kısa bir zaman içinde bütün
Ermenilerce benimsendiği anlaşılan soykırıma uğramışlık
figürünün yoğun olarak işlendiği dönem.
Osmanlı devleti döneminde siyasi ve ideolojik Ermeni
propagandası, mağduriyet, hak gaspı, eşitsiz tutulma ve
hürriyetten yoksun bırakılma imajlarını, Batı ülkelerinde
propaganda malzemesi olarak kullanıyordu. Batı toplumlarının
bilinç altında yatan barbar Türk imajı onların işini
kolaylaştırıyordu. Ermeni siyasi ve ideolojik propagandası
bilindiği gibi, 1915’ten sonra başlamadı. Bu mağduriyet
propagandası çok önceleri vardı. Propaganda bugün iddia
edildiği gibi 1915 olaylarını söylemleştirmeden çok önce
şekillenmiştir. 1915 olayları Ermeni propagandasına sadece
yeni ikonlar ve göstergeler eklemiştir. Soykırım metaforu,
1973 de, Asala tarafından başlatılan terörist saldırılarla
birlikte, Ermeni siyasi ve ideolojik propagandasının en
önemli figürü olmaya başlamıştır.
Osmanlı devleti döneminde, Ermeniler Türk karşıtlığı imajı
ile bütün Ermenileri ortak bir etnik siyasi kimlikte
bütünleştirmeye çalışıyorlardı. Ancak bunun gerçekleşmesi
için, siyasallaşmış etnik bir Ermeni kimliğinin bütün
Ermeniler tarafından benimsenmesi gerekirdi. Fakat böyle bir
kimliğin edinimi için önemli engeller vardı. Ermeni halkında
Osmanlı döneminde cemaat kimliği olarak
tanımlayabileceğimiz, bir dini kimliğin mevcut olduğu, bu
kimliğin geleneksel ilişkilerle kurumsallaştığı ve yaşandığı
bilinmektedir. Bu dini kökenli cemaat kimliği, bu
gün söylenen ve yaygın olarak kullanılan etnik kimlik deyimi
anlamını ise tam olarak içermez. Kısaca şöyle belirtelim
etnik kimlik özünde bir karşı-kimlik bilinciyle içkindir.
Oysa dini cemaat kimliğinde karşı-kimlik olma durumu yoktur.
Ermenilerde bir ideolojik siyasi etnik merkezcilik
bilincinin uyandırılması gerekiyordu. Etnik merkezcilik
bilinci kendi içinde ayırımcılığı, kendi grubunu diğer
gruplardan üstün görmeyi, kendi kimliğini ayrıştıran değer
yargılarını, inançları ve yaşam biçimlerini başka
gruplarınkinden üstün görmeyi öngörür. Böyle bir önyargı ile
etnik kimlik oluşturulmaya çalışılır. Kendini diğer
gruplardan üstün görme ve onlar tarafından sömürüldüğüne
inanma çoğu kere fiili gerçeklikle alakalı değildir.
Öğrenme, uyarılma ve propaganda ile etnik bilinç oluşturulur.
Siyasi, ideolojik ve etnik Ermeni hareketler, Osmanlı
devleti döneminde Ermeni cemaat, fiili olarak mağdur
olduğundan dolayı değil, Türk ve Müslüman karşıtı bir
propaganda ile etnik kimlik inşa etmenin kolay olacağını
varsaydıklarından dolayı, mağduriyet, mazlumiyet
metaforlarını propaganda malzemesi olarak ikonlaştırdılar.
Çünkü Hıristiyan olarak Müslümanlardan zulüm görmüş olma
imajı, dönemin emperyalist Hıristiyan ülkelerin desteği için
çok önemli bir slogandır ve Avrupalılar için hayati bir
sorundur.
Ermenilerin siyasi programı Osmanlı devletini parçalamak,
Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermenistan devleti
kurma şeklinde özetlenebilir. Ermenileri bölgede bulunan
Türklerden ve Müslümanlardan farklı bir ulus kimliği altında
birleştirme çabası, bu siyasi programın başlangıç ilkesi
olmuştur.
Ancak bu siyasi program’ın başarıya ulaşma şansı, uluslaşan
diğer halkların mevcut varlıklarına bakıldığında, baştan
itibaren mevcut değildi. Muhtemelen bu eksikliği telafi
etmek için mağduriyete dayalı etkili propaganda yöntemlerini
kullandılar. Bundan dolayı, öncelikle Ermenilerin mağduriyet
ve ezilmiş bir halk olma imajını sürekli dolaşımda tutma
nedenlerini ve bu yönteme niçin başvurduklarını ortaya
çıkartmak gerekir.
Çünkü milli ve etnik kimliklerin inşası her zaman ezilmişlik
ve mağduriyet temaları ile kurgulanmamıştır. Bazen toplumun
gelenekleri, töreleri, yaşam biçimi kendiliğinden örgütlü
milli toplumu oluşturur. Bazen de milli toplum kimliği,
kahramanlık, yiğitlik ve zafer miti üstüne kurulur.
Kimi toplumlarda ise bu üç yöntem birlikte kullanılır. Ancak
bunlardan bir tanesi ağırlıklı olarak işlenir. Milli
kimliklerin inşası ile ilgili ayrıntılı tartışmalar bu
çalışmanın konusu değildir. Öncelikle biz, mağduriyet,
ezilmişlik ve soykırıma uğramışlık temaları ile kurgulanmaya
çalışılan Ermeni kimliği üstünde duracağız.
Osmanlı devleti döneminde, Ermeni siyasi ve ideolojik
propagandasının amaçlarını gerçekleşmesi için, baştan beri
Ermeni halkının sosyal durumu uygun şartlar taşımıyordu.
Ermeniler hep dağınık yaşamışlardır. Tarihte güçlü bir
siyasi birleşme ve yönetim oluşturma başarısı
göstermemişlerdir. Onların bu durumu, muhtemelen onların
Türk ve Müslüman karşıtlığına dayalı, ezilmişlik mitleri
oluşturmalarına neden olmuştur. Ermenilerin Osmanlı devleti
döneminde, sosyal, siyasi ve ekonomik varlıklarıyla değil,
yarattıkları mitolojik metaforlara sığınarak kendilerini
ifade etme nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz. Bu
nedenler aynı zamanda Ermenilerin ezilmişlik ve mağduriyet
duyguları ile kendilerini ifade etme ve gösterme alışkanlığı
kazanmasına da sebep olmuştur.
Tarih
eksikliğinin mağduriyet imajı ile kapatılması.
Siyasi birliktelik ve var oluş Ermeni tarihçiler için her
zaman önemli bir sorun olmuştur. Çünkü siyasal manada
örgütlenmiş, bürokratik kurumları ile varlığını ortaya
koymuş bir Ermeni devleti tarihte hiçbir zaman mevcut
olmadı. Bu eksiklik onların propaganda ile ve mitolojik
inançlarla kin ve nefret üstüne kurulu bir tarih bilinci
oluşturmalarına neden olmuştur.
Bilindiği gibi, Ermeni tarih kitaplarında, Ermenilere ait
bir siyasi varoluş ve devlet tarihi örneği yoktur.
Ermeni tarihleri aşiret, feodal bey ve kilise tarihi ile
sınırlı bilgiler içermektedir. Ermeni tarih uzmanları,
millet olduklarını isbat edebilmek için, pozitif ilmin
kaynağından ziyade, mitolojik söylentilere, varsayımlara,
dini hikayelere köklü bir dine ve dile sahip olduklarını
ileri sürerler.
Ermeni tarihi abartılar, yüceltmeler ve efsaneler üstüne
kuruludur.
Ermeni terörü kötü saptırılmış bir tarih anlayışına dayanır.
Kötü Türk, İyi Ermeni Efsanesi bu anlayışın temelini
oluşturur.
Aslında Ermeni tarihi özü itibarıyla Gregoryan Ermeni
kilisesi tarihidir. Ermeni kültür geleneğinin varoluş biçimi
siyasi varoluşa ve ifadeye dayanmaz, dini ve kişisel başarı
inançlarına dayanır. Ermenilerin bağımsız bir siyasi varolma
biçimi tarihte mevcut olmayınca, bu varoluşu muhayyel bir
inanca dayandırma çabası önemli bir ihtiyaç olarak belirmiş
olmalıdır.
Bağımsız devlet kurma ve bağımsız bir toplum olma örneği,
tarihte yaşanmadığı ve mevcut olmadığı için, bu varolma
biçimini engelleyen bir düşman yaratma ihtiyacı
kendiliğinden ortaya çıkar. Bundan dolayı Ermeni halkı
tarihi, Justin M. Carthy’nin söylediği gibi, zalim Türk
imajı üstüne kuruludur. Geçmişte yaşanmayan bir varolmayı
veya iktidar gösterisini, muhayyel kurgu ile yaşama,
bilindiği gibi bütün fanatik dini ve ideolojik hareketlerde
rastlanan bir durumdur. Bir gruba ya da ideolojiye katı bir
şekilde bağımlı olma ile tanımlanan fundamentalist
aidiyetlerde
rastlanan bir durum, Ermeni tarih anlayışında içkin
bulunmaktadır. Bu durum fiilen yaşanmamış bir geçmişi, başka
şekilde imana dönüştürerek yaşama sevdasıdır. Yani tarih
eksikliği, mağduriyet, soykırıma uğramışlık, ezilmişlik
duygusuyla kapatılmaya çalışılmaktadır. Tamamen sosyo-psişik
bir muhayyel kurgu ve inançla karşı karşıyayız.
Vatan
eksikliği, siyasi sınırları ve yeri belli olmayan bir
vatanın, söylemle oluşturulması
Ermeni
Siyasi doktrinin hedefe ulaşması için gerekli olan en önemli
şartlardan ikincisi de vatan denebilecek bir
coğrafyadır. Ancak Ermenilerin her yönüyle kendilerine ait
olan bir şehirleri, bir coğrafik bölgeleri yoktu. Ermeni
vatanı denebilecek bir coğrafya fiilen hiçbir zaman mevcut
olmamıştır. Çünkü, Ermeniler Osmanlı coğrafyasında
yaşadıkları bütün bölgelerde, nüfus olarak azınlıkta
bulunuyorlardı. 1896 yılında Fransa Dışişleri Bakanı M.
Hanotaux, Fransa parlamentosunda yaptığı konuşmada
Ermenilerin Osmanlı Ülkesinde Ermeni vilayetleri olarak
ileri sürülen vilayetlerde bile, toplam nüfusun % 13’ünü
oluşturduğunu belirtmektedir.
Rus kaynaklarında da Ermeni nüfusun bulundukları bütün
bölgelerde azınlık olduğu belirtilmektedir.
Coğrafik olarak bir kültürün bir arada yaşanmaması ve kültür
aktörleri arasında yeterince paylaşılmaması, metaforlara
dayalı bir coğrafik yakınlık fikrini meydana getirme
çabalarını ortaya çıkarmış olmalıdır. Gerçekten de Ermeni
etnik edebiyatında vatan belirli bir coğrafya ile sınırlı
olarak gösterilmez. Bir dağın, nehrin ve sokağın özlemi
üstüne kurgulanmış vatan imajı daha çok işlenir. Her ne
kadar Anadolu’daki belirli bazı bölgeler, Ermeni
hareketlerince siyasi propaganda için Ermeni vatanı olarak
gösterilmiş ve haritalandırılmış olsa da, söz konusu
coğrafyanın her yönüyle bir Ermeni vatanı olmadığı, Ermeni
edebiyatında da fark edilebilir. Çünkü tarihte her yönüyle,
yani kültürü, nüfusu, gündelik yaşamı, sanat eserleri ve
üretim faaliyetleriyle tamamen Ermeni olan bir şehir bile
mevcut değildir. Muhtemelen bu vatan eksikliği duygusu
onları, başkalarına/hemşehrilerine karşı, karşıtlık
duygularını canlandırmaya ve bu karşıtlık duygusuyla
üretilen ezilmişlik, öldürülmüşlük ve mağduriyet imajlarını
varolma sorununa dönüştürmelerine neden olmuştur.
Ermeni
geleneği
ve kültürünün parçalanması ve yapı-bozumuna uğraması
Ermeni siyasi projesinin önüne üçüncü bir engel
daha çıkmıştı. Üçüncü engel, bizzat Ermenileri sözü edilen
siyasi ve ideolojik proje için, kışkırtan misyonerlerin
propagandalarıyla meydana gelmişti. Çünkü misyonerler
geleneksel Ermeni Gregoryan kilisesine bağlı olan
Ermenileri, bu kiliseden kopartmışlardı. Onların bir kısmını
Protestan, bir kısmını ise Katolik yapmışlardı. Mesela
Richter J. ‘in belirttiğine göre, Amerikan Board
kontrolündeki Protestan Evangelist misyoner örgütler,
Gregoryan Ermenilerin Protestan mezhebine inanmaları ve
geleneksel dini inançlarından kopartılarak
özgürleştirilmelisi
gerektiğine inanıyorlardı. Çünkü kolonizatör misyonerler,
Ermenileri geleneksel inançları ile kendilerinden
saymıyorlardı.
Osmanlı millet sistemi içinde Ermeniler yüzyıllarca dini
geleneklerini olduğu gibi korudular, muhafaza ettiler.
Kültürlerin paralel yaşaması Osmanlı millet sisteminin en
önemli özelliklerinden birisiydi. Ancak Batı kültürü
farklılıkların bir arada varolmaları durumunu hoş
görmüyordu. Bundan dolayı farklı kültürleri de, kendilerine
benzetmeye çalışıyorlardı. Bu benzetme çabası Ermenileri
geleneksel kültürden ve inançlardan koparmıştı.
Protestan ve Cizvit misyonerlerin/kolonizatörlerin Ermeni
cemaatini kendilerine yakın buldukları doğrudur. Muhtemelen
duyulan bu yakınlıktan dolayı, Ermenilere bütün sömürge
ülkelerindekine benzer biçimde, yoğunlaştırılmış bir
kolonizasyon eğitimi uyguladılar. Bilindiği gibi,
Ermenilerin yaşadığı şehirlerdeki Osmanlı toprakları,
kolonizatör emperyalist batılı ülkelerce işgal edilmemişti.
Buna rağmen Ermenilerin kültürel olarak
kolonileştirilmeleri çok erken dönemde başladı. Çünkü dini
inanç yakınlığı Ermenilerin gönüllü olarak misyonerlere ve
kolonizasyon eğitimine, kendilerini açmalarına neden
olmuştur. Böylece, Ermeniler misyonerlerin vaad ettiği
kurtuluş umutlarına inanmakla emperyalist/oryantalist
propagandanın gönüllü nesnesi haline geldiler.
Osmanlı devleti döneminde Ermenilerin emperyalizm
karşısındaki duruşu, müstemleke halkların batı propagandası
karşısındaki duruşu gibidir. Ancak Osmanlı vatandaşı
Hıristiyanların hepsi için bu durum ve değerlendirme doğru
değildir. Mesela Lübnan ve Suriye bölgesindeki yerli Arap
Hıristiyanlarla Anadolu’daki Ermeni Hıristiyanların
emperyalistler karşısındaki duruşu, bu bakımdan
karşılaştırılabilir. Lübnan ve Suriye Hıristiyanları doğulu
ve Osmanlı kimliklerini sonuna kadar korumuşlardır. Bundan
dolayı olsa gerek, Edvard Sait gibi anti-siyonist ve
anti-emperyalist aydınların sayısı Arap Hıristiyanlar
arasında hayli fazladır. Ancak Ermeniler arasında Sait gibi
aydınların sayısı yok denecek kadar azdır.
Ermeniler misyoner propagandası etkisiyle kendi aralarında
değişik mezheplere bölündüler. Çünkü bütün kolonizatör
misyoner faaliyetleri, otantik bir doğu kilisesi mensubu
olan Gregoryan Ermenileri, Protestan, Katolik ve bu dinlerin
çeşitli tarikatlarına irtidat etmeye odaklanmıştı. Bilindiği
gibi bu propaganda başarılı oldu. Ermeniler sonuçta
geleneksel inançlarından koptu. Katolik oldular.
Protestanlaştılar. Bölgede keşif gezisi yapan İngiliz ajan,
M. Sykes, bu misyoner propagandasını, rüzgar ekip, fırtına
biçmeye benzetmiştir.
Muhtemelen bu misyoner fırtınaları otantik Ermeni dini
geleneğini parçaladı. Etkisiz kaldı. Ermeni siyasi doktrini
bundan dolayı üçüncü bir engele takıldı. Bu dinsel
parçalanma ve çözülme önemli bir kimlik ve zihniyet
bunalımıdır. Daryush Shayegan’ın emperyalist şiddete maruz
kalan doğulu Müslüman milletlerin zihniyet ve kimlik bilinci
için kullandığı “Yaralı bilinç”
tanımlaması, kolonizatör misyoner propagandasına maruz kalan
Ermeniler için de doğrudur. Ermeniler bu yaralı bilinci
mağduriyet söylemiyle derinleştirdiler. Ancak suçlu olarak
hep Türkleri gösterdiler. Türk düşmanlığı metaforu,
Ermeniler için söylem düzeyinde de olsa misyonerlerin açtığı
bu yarayı kapatan bir araçtır.
Misyoner etkisi ile Ermenilerin geleneksel inançları
parçalandı. Bu parçalanmanın etkisi ile oluşan yaralı bilinç
onları bir günah keçisi aramaya yöneltti. Bu günah keçisini
de onları geleneksel kimliklerinden kopartan Protestanlar ve
sömürgeciler, onlara gösterdi. Günah keçisi olarak Türkler
seçilmişti. Protestan hareketlerin yöntemleri ile
oluşturulan bu propaganda figürü ve göstergesinden dolayı,
geleneksel Ermeni Gregoryan kilisesine bağlı olan Ermeniler,
Protestan müfrit gruplara katılmak zorunda kaldılar. Ve
Türkler günah keçisi konumuna indirgenerek Batı kamu oyu
tarafından sürekli suçlandılar.
Ermeni masumiyeti ve mağduriyeti imajı, Türklere saldırmayı
meşrulaştırıyordu. Onun için misyonerlerin de amacına hizmet
ediyordu. Bu durum, Amerikan ırkçı beyazların tarım
mahsullerinin kuraklıktan dolayı düşmesinin suçlusu olarak
siyahları cezalandırmasına benzemektedir. Türk karşıtlığı
imajı, kendini kaybeden bir kültürün kendini bulması için
araçsal bir işlev görmektedir.
Değerini
gizlilikle arttıran mahrem ilişkiler:Gizli anarşist hareket
ve kutsal itaat örneği olarak Ermeni örgütler
Ermeni
siyasi projesini akamete uğratan dördüncü faktör ise,
Ermeni çetelerini gizli bir şekilde örgütleyen emperyalist
devletler olmuştur. Gizlilik bu çetelerin en önemli örgütsel
değeriydi. Örgüt emirlerine körü körüne bağlılık bu
gizlilikle sağlanıyordu. Kaynaklar 19. yüzyılda Rusya’da ve
Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde örgütlenen nihlist-anarşist
gruplarla Ermeni çeteleri arasında yoğun bir işbirliğinin ve
temasın olduğunu belirtmektedir. Düzene isyan ve gizli
dayanışma bu anarşist grupların en önemli özelliğiydi.
Nihlist anarşist tavır nisbeten açık olan geleneksel Ermeni
kültürünü ve toplumsal yapısını yapı-bozumuna uğratmıştır
Ayrıca Ermeni çetelerin bir kısmı, Rusya’nın, bir kısmı
Fransa’nın, diğer bir kısmı ise İngiltere’nin
kontrolündeydi. Birinci Dünya savaşına kadar bu çeteler hem
Osmanlı devleti, hem yerli Müslüman komşularıyla hem de
kendi aralarında çatışıyorlardı. Birinci Dünya savaşında her
üç emperyalist güç, Osmanlı devletine birden saldırınca,
onların direktifi ile Ermeni örgütleri Rusların safında
Türklere karşı savaşa katıldılar. Dolayısıyla emperyalist
güdüm her ne kadar Ermeni siyasi doktrini projesini
gerçekleştirmek için kurgulandıysa da fiili, bürokratik
örgüt düzenleri ve iktidar çekişmeleri, Siyasi doktrin
projesini fiilen kendi kendini çürüten bir şekle sokmuştur.
Örgütsel gizlilik ve kapalılık aynı zamanda mitolojik
kurgulara inanmayı da kolaylaştırır. Onların halk arasında
kökleşmesini sağlar. Çünkü yukarıdan gelen emirlerin
sorgulanmadan uygulanması, cemaat üyelerinin biri birleriyle
gönül rahatlığı ile konuşamaması, efsanelerin kurgulanmasına
neden olur. Aynı durum kapalı bir dini örgütle yapılanan ve
örgüte inanmayı dini bir rükün olarak gören bütün
fundamentalist gruplar için de geçerlidir. İşte bu gizlilik
kurbanlarla ve muhayyel ölü ruhları ile beslenen intikam ve
nefret duygularını besler.
Bu gizliliğin beslediği Türk karşıtı duyguyu,
Hıristiyanların Yahudilerden nefret etmesi duygusunun
kökleşmesine neden olan, Hıristiyan inancına benzetebiliriz.
Bilindiği gibi ilk Hıristiyanlar gizli olarak örgütlendiler.
Kilise gizli kutsal cemaat anlamına gelir. Yahudilerin Hz.
İsa’yı Roma’ya ihbar etmesi, bu ihbar üzerine Hz. İsa’nın
çarmıha gerilek kurban edilmesi, Hıristiyan inancında her
zaman çok önemli bir metafor olmuştur. Bu metafor
anti-semitik duyguları beslemiştir. Bundan dolayı Yahudiler
Avrupa’da tarihin her döneminde taciz edilmişler, soykırıma
uğramışlar, baskı görmüşler. İşte gizli Ermeni örgütlenmesi
Ermenilerin Türk karşıtı bir nefret duygusu ile beslenmesine
neden olmuştur. Bu nefret böylece inanca dönüşmüştür.
'
Halk
aydın çelişkisinin gayrı resmi bir baskıya dönüşümü, Kötü
Türk ve komşu Türk inançlarının diyalektiği
Ermeni siyasi doktrini projesinin etkisiz olmasının
beşinci sebebi ise, Ermenilerin halk olarak
Müslümanlarla, Türklerle birlikte yaşama konusunda çağlara
yayılan bir geçmişe sahip olmaları ve çoğu Ermeni’nin
Ermenice’yi unutmuş olması, Türkçe ve Kürtçe konuşmasıdır.
Bilindiği gibi, birçok Ermeni Türkçe şiirler ve şarkılar
yazmıştır. 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Türkçe söyleyen
ve şiirler yazan Ermeni aşık ve yazar sayısı 400
üzerindedir. Ermeniler ve Türkler ortak adetleri
yaşamaktaydı. Komşuluk ve dostluk ilişkileri, her iki halk
arasında sevgiye ve dayanışmaya bağlı olarak yaşanmaktaydı.
Aşağıdaki hikaye Türk ve ermeni halkın karşılıklı iyi
ilişkilerini çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır:
19
(259).
SARGİS YETARYAN'IN HİKÂYESİ
(1907, Afyonkarahisar doğumlu)
"MEZARINA NUR İNSİN"
Eskiden Türkiye'de Ermeniler dürüst ve fedakârca çalışmaları
sayesinde itibar görürlerdi. Ermeniler Türklerle barışık
olarak ve barış içinde yaşarlardı; ama Birinci Dünya Savaşı
sırasında Ermenilerin çok sayıda kayıpları oldu.Türkiye'nin
birçok bölgesinde Ermeniler Türkçe konuşurdu. Bizim
şehrimiz, Afyonkarahisar'dan başlayarak Uşak, Eskişehir,
Akşehir, Bursa, Kesarya[Kayseri], Yozgat, Çar, Gemerek,
Konya, Adana, Bilecik, Kütahya, Maraş, Antep, Elmalı ve
diğer birçok yerde yaşayan Ermeniler Türkçe konuşurlardı ama
kiliseye bağlıydılar. Ben küçük bir çocukken, kiliseye
gittiğimi, yetişkin erkek ve kadınları diz çöküp dua ederken
gördüğümü hatırlıyorum. Ayinden sonra da Türkçe vaaz
verilirdi. Vaazında papaz şöyle derdi: "...Ermeni
Hristiyanlar, birbirinizi sevin, başka milletleri de sevin;
Osmanlı Hükümeti'ne tam olarak itaat edin; Hükümet'in
devamlılığı için elinizden geleni yapın; vatandaşlık
görevlerinizi yerine getirmek için hiçbir gayreti
esirgemeyin..."
Türk kadınlarının siyah çarşaf giydiklerini, Ermeni
kadınlarının ise onlardan ayırdedilebilmeleri için beyaz
mahrama giydiklerini hatırlıyorum. Onlar da birbirlerine
karşı sevgi dolu ve birbirleriyle uyumluydular.
Afyonkarahisar'da büyük bir yangın olduğu anlatılırdı. O
sırada annem beni doğurmuş; ama korkusundan ağır bir şekilde
hastalanmış; göğsündeki süt kurumuş ve artık beni emziremez
olmuş. O dönemde bana verebilecekleri suni besin de yokmuş.
Bizimkiler de annemin hastalığıyla meşgul olduklarından beni
unutmuşlar; zira şöyle düşünmüşler: tekrar çocuk yapmak
mümkün ama anne sahibi olmak mümkün değil. Amcamın karısı
Sandukht Türk askeri hastanesinde hemşire olarak görev
yapıyormuş. O etkin ve becerikli bir kadındı. O yüzden
kendisine "Osmanlı Sandukht" derlerdi. O da yeni doğmuş
bebeği, yani beni düşünen olmadığını görür; beni alıp Türk
mahallelerine götürür. Bir eve girer; bakar ki, kadının biri
çocuğunu emziriyor. Ona şöyle der: "Kızım, çocuğuna bir
kardeş getirdim. Bunun anası doğumdan sonra hastalandı; sütü
yok. Allah aşkına bunu da emzir ki, ölmesin. Ben senin bu
iyiliğini unutmam."
"Seve seve emziririm anne" der Türk kadın "ne kadar
gerekirse emziririm; sütüm çok." Ve o iyi kalpli Türk kadın
beni kucağına alır; başlar emzirmeye, ta ki ben biraz
büyüyünceye kadar.Yeterince büyüyüp olgunlaştığımda bütün
bunları bana amcamın karısı Sandukht anlattı. O zaman ben
hayatımı, görünüşe göre çoktan rahmetli olmuş o Türk
sütanneme borçlu olduğumu hissettim. Allah ona cennette bir
yer nasip etsin; zira ben onun sayesindedir ki 90 yıldır
yaşıyor ve size hayatımı anlatıyorum. Hayatımın o kadar da
mutlu geçmediği doğrudur ama, ben hep onun mezarına nur
inmesi için dua ediyorum
Ermeni halkı ile
Müslüman Türk halkı arasında gündelik hayat dostluk
samimiyet ve iyi komşuluk üstüne kurulu idi. Bu ilişkiyi,
Ermeni şair, Aşık Emir (Öl. 1882) Türkçe yazdığı şu
mısralarda belirtmektedir: Din ayrı, möhkem gardaşıg/
Senin bahtına benzerik/ Gol bir, el bir eli yek, birlikte
dağık (dağız)/ Ayrılıgda, nazik bir goluk (kuluz).
Ermenilerin dil sorunu konusunda Mayevsky şunları
belirtmektedir: Öyle Ermeni köyleri vardır ki, Kürtçe’den
başka hiçbir lisanla mütekellim değiller.
Başpiskopos Vahabetian 1895’te Anadolu’daki ihtilalci Ermeni
gruplarına gönderdiği talimatnamede, Ermeni çocukları ile
Türk çocukları arasında bir sevgi ve şefkat ortamının
tesisinin engellenmesi için önlem alınmasını ve Ermeni
çocukların Türk okullarına gönderilmemsini,
özellikle tembihlemektedir.
Ayrılıkçı Ermeni örgütlerle Ermeni halkı arasında Türkler
konusunda anlaşılan çok önemli ve derin farklılıklar ortaya
çıkmıştı. Ayrılıkçı Ermeni hareket, modern değerlerle
hareket ederek Ermeni varlığını ideolojik tabanlı siyasi bir
varoluşa dönüştürmek için çaba sarf ederken ve propaganda
yaparken, geleneksel Ermeni kültürünü ve cemaat kimliğini
modernleştirmeye çalışırken, aslında aynı zamanda Ermeni
varoluşunu tabii tarihi bağlamından kopartmış olmaktadır. Bu
bir kültürün kendi kendine yabancılaşmasıdır. Bir inancı,
geleneği ve kültürü geleneksel bağlamından koparıp, onu
modern ideolojik söylemlerle yeniden inşa etme, aynı zamanda
o kültürü yapı bozumuna uğratmaktır.
Ermenilerin tabii kültüründe Türklerden nefret imajı o kadar
belirgin değildir. Bu imaj ayrılıkçı Ermeni örgütler
tarafından Ermeni kültürüne eklemlenmiştir. Ermeni
propagandası öncelikle bu birlikteliği yıkmak zorundaydı.
Bunu gerçekleştirmek için barbar Türk imajını bütün
Ermenilere kabul ettirmek zorundaydı. Terörle, misyoner
desteği ile ve köklü inanç farklılıklarıyla desteklenen
ayrılıkçı Ermeni propagandasına rağmen bir çok Ermeni
Osmanlı devlet yönetiminde önemli görevlerde bulunmaya devam
etmiştir.
Meslek,
sanat ve ticaret becerileriyle tanınan sınıfların bu
becerileri dünya çapında dolaşıma sokması: Ermenilerin
ekonomik göçü
Ermeni
siyasi projesinin akamete uğramasının altıncı nedeni
ise, Ermenilerin ekonomik amaçlar için Avrupa ülkelerine ve
Amerika kıtasına göç etmeleridir. Tehcir kanunundan ve
1895-1896 Ermeni isyanlarından önce, bir çok Ermeni, eğitim,
ticaret ve benzeri amaçlardan dolayı sözü edilen ülkelere
göç etmişti. Zaten dağınık olan Ermeniler bu ekonomik ve
refah arayışı göçlerinden dolayı, Dünya’nın bir çok ülkesine
dağılıyorlardı. Bulundukları bölgelerde gettolar oluşturmaya
çalışıyorlardı. Bu gün kendilerine Diaspora Ermenileri
denilen grupların temelleri, 1890’lı yıllardan önce
atılmıştı. Bu nüfus dağılmışlığı durumu karşısında
gösterilecek tepki, önceki dağılmışlıklara karşı gösterilen
tepki biçimlerinden etkilenmekle kalmadı, tamamen modern
refleksler şeklinde biçimlendi ve daha etkili metaforların
oluşturulmasına neden oldu.
Ermenilerin ekonomik varlıkları’da ayrılıkçı ermeni
hareketleri önünde önemli bir engel teşkil etmekteydi. Çünkü
19. yüzyılda Osmanlı devletinde iktisadi bakımdan toplumsal
statüsü en yüksek olan cemaatlerin başında Ermeni iş
adamları, tüccarlar ve politikacılar gelmekteydi.
Ermenilerin çok önemli ekonomik imtiyazları vardı.Ülkenin
ekonomisini onlar yönetiyordu. Refahı bırakıp ayrılıkçı
terörist hareketlere katılma çok zordur. Bundan dolayı
ekonomik, siyasi ve bürokratik konumu iyi olan Ermeniler,
ayrılıkçı ve Türk karşıtlığı duygusu ile beslenen Ermeni
hareketlere, katılma konusunda her zaman mütereddit
davranmışlardır.
SOYKIRIM
METAFORU İKONASININ MEDYATİK VE KÜRESEL ŞİDDETE
DÖNÜŞÜMÜ:ERMENİ SOYKIRIM PROPAGANDASI
Ermeni
siyasi doktrini yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı
gerçeklere dayanmıyordu. Bu eksikliği telafi etmek için,
Ermeni siyasi ve ideolojik varoluşu, baştan itibaren
sloganlar ikonalarla ve göstergelerle anlatıldı. Slogan ve
gösterge ise sanal bir varolma ve ifade biçimidir. Bir
dogmadır, bir mittir. Söylencelerde ve Mitlerde ilk zaman,
şimdiki zamanı değerlendiren bir ölçüdür. Mit izin verdiği
sahtecilik aracılığı ile, kökenini unutmuş bir toplu
varoluşun yeniden düzenlenmesi ve eleştirilmesi için araçsal
bir işlev görür.
Ermeni soykırım metaforu bu bakımdan Türklere eziyet için
kullanılan bir aygıt olmakla birlikte, sanal alanda bir
gösterge olarak siyasi ve ideolojik Ermeni varoluşu için de
önemli bir dayanak işlevi görmektedir.
Diaspora Ermeni propagandası bundan dolayı mazlumiyet
metaforunu çok eski tarihlere dayandırmakla birlikte, bunu
halen kendilerine tatbik edilen bir işkence olarak kabul
etmektedir. Yaşanan durumun olumsuzluklarını,
yoksunluklarını inşa edilen tarihsel metaforla yeniden
yaşamak, onların inancına göre bir ibadet olduğu gibi, aynı
zamanda karşı tarafa, ötekine yani düşmana karşı bir kin,
nefret ve intikam duygusunu da beraberinde yaşatır,
canlandırır. Türklerden intikam alma, siyasi ve ideolojik
Ermeni hareketlerinin doğasına bu yol ile girmiş
bulunmaktadır. Asala liderlerinden Avedikyan’ın: “Soykırım
demezsem aynada yüzümü göremem”
şeklindeki ifadesi, yaşayan Diaspora Ermenilerinin bu
metaforla varoluşlarını canlandırdıklarının tipik bir
örneğidir.
Diaspora Ermeni propagandası Türklere şiddet ve saldırı
uygulama teması üstüne kuruludur. Ermeni Diasporası
öldürülmüşlük, ezilmişlik metaforu ile kendini kabul
ettirmek ve bu muhayyel cinayetin suçlusu olarak Türkleri
yargılatmak için, doğu toplumlarına özgü olan kan davası
örneklerinde benzerlerine rastladığımız bir intikam
duygusunun meşruiyetini propaganda yoluyla küresel
güçlere ve Türklere kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu amacı
gerçekleştirmek için propaganda tekniklerini etkili
kullanmaktadır. Dolayısı ile propaganda ile inşa edilen bir
siyasi etnik ve karşıt kimlikle karşı karşıya bulunmaktayız.
Saldırganlığı kışkırtan şey ise yapılan sosyo-psişik
araştırmalara bakılırsa yaşanan nesnel gerçekler ve
engellemeler değildir. Bilişsel öğrenmelerle yani propaganda
ile ayırımcılık ve saldırganlık öğrenilmektedir.
Mesela Türk büyük elçilerine saldıran Ermenilere
bakıldığında bunların hiç birisinin soykırım propagandasında
iddia edilen olayları, engellemeleri ve mağduriyetleri
yaşamadığı görülmektedir. Birinci kuşak Ermenilerde Türklere
karşı önyargı, ikinci ve üçüncü kuşak Ermenilere göre daha
azdır. Türk diplomatlarını katleden Ermenilerin hemen hepsi
çok genç insanlardı ve 1915 sevk ve iskânından sonra yabancı
ülkelere gidip yerleşen Ermenilerin torunlarıydı. Hemen
hepsi yaşamlarında bir Türk ile karşılaşmamıştı. Büyük
çoğunluğunun sabıkası yoktu. Bu durumda olan kişilerin
cinayet gibi son derecede ağır bir suçu işlemeleri ilk
bakışta makul görülmüyordu. Normal koşullarda 1915 sevk ve
iskânına tâbi olan birinci kuşağın Türklere karşı bu olumsuz
duyguları beslemesi beklenirdi. Onların çocuklarının
oluşturduğu ikinci kuşağın ise anne ve babalarının aksine,
bulundukları ülkeye uyum sağlamaları nedeniyle, soykırım
söylentilerine daha az önem vermesi gerekirdi. Torunları
oluşturan üçüncü kuşak için ise bu söylentilerin fazla bir
değeri olmaması normaldi. Ancak bu konuda gerçeğin farklı
olduğu ve söz konusu üç kuşak arasında Türkiye ve Türklere
en az kin besleyenlerin birinci kuşak olduğu görülmüştür
Olaylar soykırım ithamının etkili bir propaganda ile inşa
edildiğini göstermektedir. Çağdaş propaganda tekniğinin en
önemli aşamaları, bir siyasi doktrinin; programa, programın
slogana, sloganın refleks uyandırıcı resimlere indirgemedir
Diaspora Ermenileri, propagandanın bu aşamalarını başarılı
bir şekilde gerçekleştirmiş görünüyorlar. Yoksa üçüncü
nesil, Diaspora Ermenileri bu bilinçte olmazdı.
Siyasi ve ideolojik Ermeni hareketler propagandada, ilkin
Hıristiyanlıktan kaynağını alan maduniyet, masumiyet,
mazlumiyet metaforlarını kullandılar. Bu metaforlar onların
geleneksel inançlarında zaten vardı. Soykırım ifadesi nasıl
ki Yahudilerin acılarına kutsal bir anlam kazandırdıysa aynı
şekilde, Ermeni propagandasına da kutsal bir değer
kazandırmıştır. Hatta Hıristiyan inancına göre, soykırım
yani toplu kurban olma, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi gibi
kutsal bir uygulamadır. Kurban olma aynı zamanda yeni bir
dönemin başlangıcıdır.
Siyasi ve ideolojik Ermeni hareketlerin, soykırım inancı ile
kendilerini ifade etmelerinin sebebi, varoluşlarını kutsal
bir inanca dayandırma çabalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü
bu toplu kurban inancı/soykırım, yeni bir dönemin de
başlangıcı ve müjdeci olarak kutsanır. Bir insanı ideolojik
olarak ikna etmenin en güzel tekniklerinden birisi böyle bir
inancın kullanımda tutulmasıdır. Ve Ermeni Diasporası bunu
başarılı olarak kullanmaktadır.
Mazlumiyet, mağduriyet metaforları, Emperyalist Batı
devletlerinin kamuoylarını, geniş Osmanlı coğrafyasında
dağınık bir şekilde yaşayan ve ticari amaçlarını her şeyden
önemli gören Ermeni halkını uyarmak ve canlandırmak için,
araçsal bir değere dönüşmüştür.
Ermeniler
siyasi ve ideolojik etnik kimliğin korunması ve inşası
sürecinde, seçici bellek, aidiyetin korunması ve dış
gruplarla farklılaşmanın abartılmasını sağlamaya çalıştı.
Tarihi metaforlar Diaspora Ermeni propagandasında araçsal
bir işlev gördü.
Yani Türk karşıtı
Ermeni propagandasında, geleneksel inanç modern bir metafora
dönüşmüş bulunmaktadır. Geleneksel bir inancın yeniden
üretilerek modern metafora dönüşmesi durumu burada ortaya
çıkmış bulunmaktadır. Aynı tutum bütün modern Batı
kolonizatör devletlerin kurumsallaşmasında, milli bütünlük
oluşturmasında ve başka milletleri hakimiyet altına alma
süreçlerinde de başarılı bir şekilde uygulandı. Nazilerin
Yahudileri toplu kıyımdan geçirmeden önce kullandığı
propagandaya benzer bir propaganda ile karşı karşıya
bulunmaktayız. Çünkü Naziler Yahudi düşmanlığı metaforunu
eski inançtan almakla kalmadılar. O inancı, modern disiplin,
bürokrasi ve propaganda yöntemlerinin uygulamasında aynı
zamanda araçsal bir değer olarak da kullandılar.
Bundan dolayı muhayyel Ermeni masumiyeti, mazlumiyeti ve
soykırıma uğramışlık miti, etkili propaganda teknikleri ile
kullanıma sokuldu. Bu modern propaganda teknikleri ise, J.
Ellul’un belirttiği biçimde ifade edecek olursak; eleştiri
yeteneğinin bastırılması, güçlü bir sosyal bilincin
oluşturulması ve kutsal bir alanın yaratılması
aşamaları ile biçimlendirilmeye çalışılmıştır.
Ermeni propagandasının aldığı niteliği tanımlamak için
Stjefan G. Mestrovic’in Sırp saldırganlığını ifade ederken
kullandığı
geçmişe ait duyguların denetimi
ve yönetimi kavramsallaştırmasını kullanmak, konuyu
anlamamızı kolaylaştıracaktır. Sırplar Boşnakları ve
Arnavutları toplu kıyımdan geçirirken Kosova savaşında
uğradıkları mağlubiyetin intikamını aldıklarını iddia
ediyorlardı. Dünyaya biz Türkleri öldürüyoruz diyerek
saldırganlıklarına meşruiyet kazandırıyorlardı. Ermeni
Diasporası, toplumun geçmişine ait olduğu var sayılan
muhayyel toplu acıları ve kurbanları çok kolay bir şekilde
kontrol etti. Tıpkı Sırpların Kosova savaşı ile ilgili
duyguları canlandırması, denetlemesi ve yeniden kullanıma
sokması sürecinde olduğu gibi. Çünkü zaten bu acı ve kurban
metaforunu kendisi kurgulanmıştı. Başlangıçta propaganda
modern yöntemlerle kurgulandı. Ancak şimdi post modern
düşünürlerin sözünü ettikleri ikonlaştırma, figürleştirme ve
göstergelerin dolaşıma sokulması, propagandada etkili bir
şekilde kullanılmaktadır.
Diğer taraftan propagandanın sloganlarını ve göstergelerini
belirleyenler ise, gizli bir şekilde örgütlenen Ermeni
Taşnak örgütü gibi örgütlerdi. Propagandanın bu iki faktör
etkisiyle biçimlenmesi zulüm, eziyet ve azap görme
metaforlarını baştan itibaren bir inanç şeklinde benimsetme
ile sonuçlandı. Çünkü bu propaganda geleneksel olarak Hz.
İsa’nın dolayısıyla tapınılan tanrının zulüm ve işkence
görmesi metaforu ile destekleniyordu. Bilindiği gibi,
Hıristiyanları bir birine bağlayan olgu, Hz. İsa’nın kurban
edilmesi olgusudur.
Ermeni propagandası kıyıldıklarına inandıkları atalarının
Hz. İsa gibi bir bedel için ölüme razı olduklarını
varsaymaktadır. Propagandada içkin olan inanç budur. Ancak
Yahudilerin yerine bu kez Türkler kondu. Bunu ilk
Hıristiyan cemaatlerin Roma korkusu ile gizli örgütlenmesine
benzetebiliriz. Bu gizlilik kiliseyi/cemaati kutsallaştırdı.
Kehanetleri ve beklentileri kutsallaştırdı. Kabalacılığı
yaygınlaştırdı. Ermeni siyasi ve ideolojik hareketinin
başlangıçtan itibaren gizli örgütlerce yönetilmesi, Ermeni
propagandasının metaforlara, kurgulara önyargılı suçlamalara
göre biçimlenmesine neden oldu.
İnancın eleştirisi olmaz. Dolayısıyla Ermeni propagandası
söyleminde soykırıma uğramış olma tarihi bir yaşanmışlık
durumu değildir. Bir inançtır. Böylece Ermeni
propagandasının eleştirisi bastırıldı. Farklı düşünen
Ermeniler ağır bir şekilde cezalandırıldı. Propaganda da
terör etkisi denilen bir ruh söz konusu olunca farklı
düşünme imkanı da ortadan kalkar. Hatırlanacağı gibi
Propaganda 1973 yılında Los Angeles’te bir gösteri salonunun
sahnesine Türk başkonsolosu Mehmet Baydar’ın sahneye davet
edilerek bütün izleyicilerin önünde öldürülmesi ile
başlatıldı. Şiddet ve öldürme ile başlatılan bir soykırım
propagandası ve mağduriyet imajı, Ermeni propagandasının ne
kadar fanatik bir yapı ile kurgulandığının da tipik
göstergesidir
Türk karşıtlığı ve mazlumiyet Ermeni örgütleri tarafından
yaratılan bir metafor olduğu için, ortalama bir Ermeni
tarafından eleştirilemez, sorgulanamaz. Ermeniler Kiliseye,
Hz. İsa’ya Hıristiyanlığa ve dinin kutsal sakramentlerine
iman ettikleri gibi, Türklerin kendi atalarını
öldürdüklerine inanmak zorunda bırakıldılar. Propaganda’da
oluşturulan kutsal alan bu şekilde ortaya çıkmış oldu.
Bu propaganda tekniği daha önce Batı toplumlarının
canlandırılması ve Dünya çapında bir güç olmaları için
etkili bir şekilde kullanılmıştı. Mircea Eliade’nın
belirttiğine göre, kökene dayalı mitler, Avrupa
kültürlerinde yaşamaktadır. Batı devrimlerinin hepsi kendini
yeniden yapılandırma, Reform, Rönessence olarak tanımlar.
Reform kutsal kitaba dönüş, Fransız ihtilali, Roma ve
İsparta’ya dönüş, Nazi Almanya’sı Ari ırkı ruhuna dönüş,
Marksizm, altın çağa ve binyılcı kehanete dönüşün
örnekleridir.
Çünkü, Mit kitleleri harekete geçirmek, ortak bir ruh
oluşturmak ve her türlü mantığı hiçe saymak için
Marksistlerin bile baş vurduğu bir yöntemdir.
Ermeni ihtilal hareketlerinin alt yapısı Batı Protestan ve
Katolik misyonerler tarafından hazırlandığı için, Batı
toplumlarının inşasında kullanılan mitler ve metaforlar
Ermeni propagandasında da kullanıldığını daha önce
belirtmiştik. J.Derrida, “…Hiçbir zaman mevcut olmamış ve
hiçbir zaman olmayacak bir geçmişin…”
varlığından bahseder. Bu sözde, geçmiş yaşam inancına
dayalı varoluş, diriliş, saldırı veya ifade biçimleri, Batı
kültürlerinin tümünde mevcuttur. Muhayyel bir toplum ve
muhayyel bir ülkenin mazlum halkı olarak Ermeniler, bu
mazlumiyetlerini belgelendirmek için, kendilerini örgütleyen
ve ayaklandıran Fransız keşişlerini bile öldürmüşler. Bu
ölümü Türkler din adamlarını, rahipleri öldürüyor.
diyerek, Ermeni propagandasında bir figür olarak
kullanmışlardır.
Bilindiği gibi, 19 yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar
Ermeni edebiyatına hakim olan en önemli tema, kurtuluş
duygusu, soykırıma uğramışlık, zulüm ve şiddet psikolojisi
ve sürgün edilmişlik miti olmuştur. Acı, baskı, direniş
olayları Ermeni milliyetçi söyleminde temel temayı
oluşturur. İlginçtir onların bu kültürü ve inancı, 1988 yılı
depremini de, bir Türk komplosu olarak yorumlamalarına sebep
olmuştur.
Mağduriyet ve maduniyet Ermenilerin siyasi eylemlerde
kullandığı en önemli psiko-sosyal söylem olduğundan dolayı
bütün Ermenilerde Türklerden nefret etme bilinci yapılan
araştırmalara bakılırsa tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Bu
söylem bütün Ermenilerde ortak bir sosyal bilinç meydana
getirmiştir. TESEV’in 2005 yılında Ermeniler ve Türklerin
karşılıklı tutumları hakkında yaptığı saha araştırmasının
sonuçlarına göre, Ermeniler’de Türklere karşı aşırı ve
bağnaz bir önyargı vardır. Rapora göre Ermenilerin % 99.9’u
Türklerin Ermenileri öldürdüğüne, göçe zorladığına
inanmaktadır. Ermeni Türk çatışmasının 1914 savaşıyla
başlamadığına, çok eski bir tarihe dayandığına, %97.7
oranlarında inanmaktadırlar. Ermeni halkının, düşman olarak
Atatürk, Talat Paşa ve Enver Paşa isimlerini çok iyi
bildiği, anılan raporda belirtilmektedir. Yine anılan
raporda Ermenilerin Türkleri sevmediği, buna karşılık
Türklerde Ermenilere karşı merkezileşmiş ve keskin bir
önyargının, ırkçı tutumun mevcut olmadığı da görülmektedir.
Raporun bulguları Ermenilerin Türkler hakkındaki
duygularının, tutumlarının, inançlarının ve bilgilerinin ne
kadar korkunç olduğunu göstermektedir. Türklerin Ermeniler
tarafından tamamen dehümanize edildiğine işaret etmektedir.
Türkleri yakan Irkçı dazlakların Almanya’da Türklere karşı
taşıdığı önyargıdan
daha keskin ve şiddet içeren bir önyargının Ermenilerde
mevcut olduğu anlaşılmaktadır.
MUHAYYEL
SOYKIRIM SUÇUYLA SUÇLANMA İŞKENCESİNİN KURBANLARI: TÜRKLER
İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı
Muamele veya Cezaya Karşı, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne
göre: “İşkence; bir kimseye karşı kendisinden itiraf almak,
kendisinin veya üçüncü kişinin yaptığı veya yaptığından
kuşkulanılan bir eylem nedeniyle cezalandırmak….” Cümleleri
ile başlamaktadır. Bu ifadeler işkence tanımının başlangıç
cümlesini oluşturmaktadır.
BM sözleşmesinin başlangıç cümleleri, Nazilerin Yahudileri
kamplara toplamadan ve kitlesel kırımdan geçirmeden önce,
Yahudilere uygulanan ayırımcı, ırkçı şiddete atıfta
bulunmaktadır. Bu ayırımcı ırkçı şiddet, bir grubu
ötekileştirme ve dehümanize etme süreci ile başlar. Yani
toplu kıyımdan önce, kıyılacak grubun insan olmadıklarını,
öldürülmeyi hak ettiklerini, çağdaş yaşam biçimine ve
değerlere uyum sağlamadıklarını, ekonomik, kültürel ve
sosyal haklar bakımından hakim toplum değerleriyle uyumlu
olmadıklarını geniş toplum kesimlerine kabul ettirme
sürecindeki propagandanın kendisi de bir işkencedir.
Soykırıma hazırlık evresidir. Birleşmiş milletler sözleşmesi
işkencenin bedene uygulanmasından önce zihinlere, bilinçlere
ve kültürel ifade biçimlerine uygulandığına işaret
etmektedir. Bu türden ayırımcı propagandaları ve baskıları
yasaklamaktadır. Bir toplumu ve kültürü soykırım yapmakla
suçlama, suçlanan toplumu düşman olarak görme, o toplumu suç
itirafına zorlama, bu amaçla müeyyideler koyma sürecinin
kendisi dehümanize etme ile ne kadar alakalıdır? Bunun
üstünde ayrıntılı olarak durmak gerekir.
Hitler Yahudileri suçlarken, onlara ayırımcı politikalar
tatbik ederken, onların sadece kutsal inançlardan
kaynaklanan söylemsel tarihi suçlarını gündeme
getirmemişti. Aynı zamanda onların Almanya’nın geleceği için
oluşturdukları muhtemel potansiyel tehlikeleri de önemli bir
suçlama gerekçesi olarak öne sürmüştü. Dolayısıyla soykırım
öncesi propagandalar ve söylemler, varolduğuna inanılan
söylemsel tarihsel suçların yanı sıra, ilerde işlenecek
muhtemel suçlar ve uyumsuzluklar üzerinde kurgulanmıştı. Bu
kurgu daha sonra fiili soykırım yapma eylemlerinde araçsal
bir işlev görmüştür.
Bir toplumu tarihi kutsal metaforlara dayalı olarak
dehümanize etme ve buna dayanarak yargılama bir adalet
sorumluluğu değildir. Düşman olarak damgalanan halkın
geleceğini karartmadır. Tarihe mal olmuş olaylardan dolayı
mahkemeler kurma ve yeni cezalandırma biçimleri geliştirme
işlemleri hukukla, insan hakları ile alakası olmayan
uygulamalardır. Doğrudan doğruya suçlanan, dışlanan ve
barbar olarak damgalanan halka bir eziyettir. Zaten tarihi
metaforların intikam duygusunu canlandırmak amacıyla
kullanımı, kendi başına düşünülecek olsa hukukla alakası
olmayan bir işkence uygulama biçimidir.
Ermeni Diasporasının Türkleri soykırım suçlusu olarak
damgalaması kendi başına önemli bir olgudur. Sosyal
psikologların gruplar arası ayırımcılığı, ırkçılığı,
suçlamaları ve önyargıları açıklamak için kullandıkları
yansıtmalı ve yansıtmalı özdeşim kuramları
Ermenilerin Türklere karşı olan önyargılarını açıklayabilir.
Kurama göre bir grup kendi içindeki olumsuz duyguları
karşısındakine yükler. Önyargı ili kurgulanmış olan bu
duyguları karşıdakinin temel özelliği olarak görür.
Karşıdakini bu olumsuz sıfatları kabullenmeye zorlar. Bunun
için baskı uygular. Yansıtma kuramına örnek olarak,
Amerikalı beyazların siyahlar hakkındaki olumsuz, ayırımcı
duygularını onların gerçek özelliği gibi değerlendirmeleri
ve onlara ekonomik, hukuki ayırımcılık politikaları
uygulamaları gösterilebilir. Aynı şekilde Hitler önyargı ile
dışladığı Yahudileri tehlikeli bulduğu için öldürmüştü.
Toplu kıyımdan geçirmişti. Yahudilerde Hitlerin kendilerine
atf ettiği suçlamaları kabul etmişti. İçselleştirmişti.
Tıpkı zencilerin yüzyıllarca kendilerine uygulanan
ayırımcılığı benimsemiş olmaları gibi. Yani Ermeniler
Türklere karşı taşıdıkları önyargıları, kinleri ve
nefretleri meşrulaştırmak için, Türklerin soykırım
yaptıklarına inanarak kendi çelişkilerini gizlemeye
çalışıyorlar.
Soykırımla suçlanma olgusunu iki şekilde değerlendirmek
gerekir. Birincisi soykırımla suçlanan halkın gördüğü ve
göreceği muhtemel işkenceler, şiddet hareketleri ve
eziyetler. İkincisi ise soykırım öncesi şartların
sosyolojisi bakımından Diaspora Ermeni iddialarının tahlili.
İlkin şunu belirtelim, Ermeni diasporasının Türkleri,
soykırım suçlusu olarak görmesi, bu amaçla dünya kamuoyunu
yönlendirmesi, böyle bir kabahatle ikonlaştırması ve suç
itirafına zorlaması kendi başına bir eziyettir. Bir
işkencedir. Burada işkence ilk biçimiyle Türklerin bedenine
değil bilincine yönelmiş bulunmaktadır. Ancak bu propaganda
hatırlanacağı gibi önce Türk büyük elçilik görevlilerine
doğrudan saldırma ve onları öldürme ile başladı. Karabağ
işgalinde ise kitlesel Türk kıyımına neden oldu. Bir çok
Karabağlı sırf Türk ve Müslüman olduğu için öldürüldü.
Türkler başlangıcı kan dökmeyle başlayan ve her yönüyle
şiddet içeren bir söylemin kurbanı konumuna indirgenmiş
duruma gelmişlerdir.
Diaspora, kendileri için bir metafor olan soykırım suçunu
Türklere kabul ettirmeye çalışırken, Türkleri, itirafa
zorlarken ve gerçekle yüzleşmeye çağırırken, M.
Foucault’dan alınan kavramları kullanmaktadır. Foucault
delilere/akıl hastalarına uygulanan çağdaş tedavi
tekniklerinin içeriğini açıklığa kavuşturmaya çalışırken,
delilerin hasta olduklarını kabul etmesi beklentisini, suçun
kabullenmesi ve gerçekle yüzleşmeyi göze almaları olarak
tanımlamaktadır.
Delilerin toplumdan izole edilmeleri, tımarhaneye
kapatılmaları ve delilere uygulanan bir dizi bilinç bunalımı
tedavileri bu aşamadan sonra başlar.
Foucault’ya göre, akıl hastası olarak damgalanmış birisinin,
ben akıl hastası değilim, sağlıklıyım, deme gibi bir hakkı
yoktur. Çağdaş sağaltım anlayışına göre deli olarak
damgalanan birisinin, ben sağlıklıyım demesi, hastalığı veya
suçu inkar olarak algılanmaktadır. Diaspora Ermenileri,
Türkleri ikonlaştırılan söylemsel tarihi suçu, kabul
etmeye zorlarken, böyle bir suçu ben işlemedim, diyen akıl
hastalarına tatbik edilen muameleyi Türklere tatbik etmeye
çalışmaktadır.
Küresel iletişim araçları, bu araçları yöneten güçler ve
küresel hukuk ağlarının kurgucusu olan kolonizatörler
dünyanın her yerinde Türkleri ciddi manada baskı altında
tutmaya çalışıyorlar. Diaspora ve küresel güçler, hiç
olmayacak şekilde, Türkleri, atalarının katil olduğunu kabul
edecek kadar anlayışlı!? ve hoşgörülü!? olarak görmek
istediklerini söylüyorlar. Mesela H. Dink’in cenaze
törenine Türk halkının yoğun bir şekilde katılmış olmasını,
Türklerin suç itirafında bulunduklarını söyleyen Ermeni
yazarlar bile oldu. Tıpkı Hitler’in Yahudilerden beklediği
davranışı yani yansıtmalı özdeşim davranışını, Diaspora
Ermenileri ve onların küresel ortakları Türklerden
bekliyorlar.
Bazı ülkelerde kabul edilen soykırım yasası daha çok düşünce
suçu kapsamında ele alındı. Tepkiler bu bağlamda
geliştirildi. Ancak böyle bir yasanın kendisi, doğrudan
doğruya soykırım suçlusu olarak görülen halka bir eziyettir.
İşkencedir. İnsan hakları sorunudur. Benzer uygulamalar,
Amerika’da zencilere, Kızılderililere, Almanya’da
Yahudilere, İngiltere’de Asyalı göçmenlere uygulanmıştır.
Burada bir halk hedef alınmaktadır. Bir halkın, kültürün
nesiller boyunca katil olduğu, suçunu kabullenmeyecek kadar
gaddar olduğu, korku ve nefret kaynağı olduğu
belirtilmektedir. Bilindiği gibi bir çok araştırmada, bir
halkı soykırım yapmakla suçlama olgusu o halka şiddet
uygulama
olarak tanımlanmaktadır.
Sırplar Boşnakları, Arnavutları Avrupa’daki Türk bakiyesi
olarak dışlarken ve onları toplu kıyıma hazırlarken nasıl
insan haklarını çiğnediyse, Türklerin soykırımla itham
edilip ötekileştirilmeleri de insan hakları sorunudur.
Hitler Yahudileri öldürmeden önce ötekileştirmişti. Soykırım
ithamı da Türkleri ötekileştirmektir. İşkenceye görmeye
hazırlamaktır. Çünkü ilkin bir çok Türk, hakkında hiç bilgi
sahibi olmadığı, hiçbir zaman yaşamadığı ve görmediği bir
suçu işlemiş olmakla suçlanmaktadır. Tıpkı iftira edilen
birisinin yaşadığı bilinç bunalımı gibi bir bunalımı, duygu
olarak yaşamak zorunda kalmaktadırlar. İkincisi iftiraya
kurban gittiğine inanan birisi, kendisine iftira atanların
kendisi için daha kötü bir gelecek hazırladıkları kaygısını
taşır. Bu kaygı onda güvensiz bir ortamda ve Dünyada
yaşadığına dair bir inanç uyandırır. Bu tutum da kendi
başına bir eziyettir. Izdırabtır. İşkencedir. Çünkü suç
işlemeyen birisi kendisine atılan iftira karşısında, iftira
atanların kendisi hakkında önyargılı olduklarını, kendisi
hakkında kötü niyetli olduklarını ve kendisini şu yada bu
şekilde cezalandıracaklarını, kendisine yaptırım
uygulayacaklarını düşünür. Bu türden kaygılar geliştirir. Bu
kaygıların kendisi, ayrımcılığa tabi tutulduğu ve başına
felaketler getirileceği anlamına gelir.
Türkler, Franz Kafka’nın Dava adlı romanında’ki Joseph
gibi, Bürokratik, hukuki ve kamuoyu otoritelerince
suçlanmakta, itirafa zorlanmakta. Soykırım suçlusu ablukası
altına alınmakta. Büyük elçiler, büyük elçilik görevlileri
hiç tahmin etmedikleri, sebebini daha önce hiç
düşünmedikleri kurşunlara hedef oldular. Onların bir çoğu
soykırım diye bir şeyi hiç duymamışlardı. Dolayısıyla,
Soykırım ithamı her şeyden önce Ermeni diasporasının
Türkleri soykırımla suçlarken Türkleri dehümanize etmesi,
çağdaş toplumların dışına itmesi ve soykırım suçunun
ezikliği ile yaşamaya zorlamasıdır.
İkincisi ise Ermeni iddialarına göre, düşünecek olsak,
Türklerin Ermenileri 1915 yılı olaylarından önce dehümanize
etmesi gerekirdi. Çünkü Almanya toplu Yahudi kıyımını fiilen
başlatmadan önce, Avrupa kültüründe kökeni çok eskilere
dayanan antisemitik inançları gündeme getirdi. Almanlar
arasında Yahudilerden nefret etme duygusunu canlandırdı.
Yahudileri adam olmaz ırk olarak damgaladı. Onları kültürel,
siyasal ve ekonomik hayatın dışına itti. Kıyım bu mantıksal
olarak örgütlenmiş söylemden sonra, yine bürokratik bir
disiplin çerçevesinde gerçekleştirildi.
1915 olaylarında kaç tane Ermeni ve Türkün öldüğü ayrı bir
tartışmadır. Ancak saldırma eylemlerinden önce Türkler
tarafından Hitler’in Yahudilere uyguladığı dehümanizasyona
benzer bir uygulama Ermenilere uygulandı mı? Bu konuda
tarihi metinlere baktığımızda tam tersi bir durumla karşı
karşıya kalmaktayız. Öldürüldük diyenlerin öldürenleri
dehümanize ettiği görülmektedir. Yani Ermenilerin ayırımcı
davrandıkları, Türkleri dehümanize ettikleri, kendileriyle
yaşanmaz bir halk olarak gördükleri, Misyoner ve
kolinizatör emperyalist güçlerin etkisiyle biçimlenen Ermeni
propagandasında açıkça görülmektedir. Yani Hitlerin ikinci
dünya savaşı öncesinde Yahudilere uyguladığı ötekileştirme,
dehümanize etme süreçlerini, Türkler Ermenilere uygulamadı.
Bilakis Ermeniler Türklere uyguladı. H. Arındt’ın
çalışmalarında ortaya koyduğu gibi ifade edecek olsak,
soykırım bir gecede alınan bir kararla veya bir telgraf emri
ile işlenebilecek bir suç değildir. Mantıklı bir şekilde
düzenlenmiş, disiplin altına alınmış, bürokratik olarak
kurgulanmış ve çok etkili propaganda ile şartları
oluşturulmuş ve başarılı bir şekilde yönetilen bir sürecin
sonunda meydana gelen kitlesel öldürmeler ve
gerçekleştirilen kitlesel kıyımlar soykırımdır. Osmanlı
devletinin ve Türklerin tehcir yasasından önce mantıksal
olarak kurgulanmış Ermeni karşıtı bir propagandası bile
mevcut değildi. Bilakis bu suçlamaları ve dehümanize etme
biçimlerini, Ermeniler Türklere uygulamışlardır.
Ermenilerin Türkleri dehümanize etmesi ve dışlaması, 1915
yılındaki olaylarla başlamadı. Hatırlanacağı gibi yukarıda
belirtmiştik; Ermeni örgütler, 19. yüzyılın üçüncü
çeyreğinden itibaren Ermenilerin Türklerle dostluk
kurmamaları, çocukları Türk okullarına göndermemeleri,
Türklerle komşuluk ilişkilerini kesmeleri konusunda ciddi
propagandaları olmuştur. Dehümanize etme yoluyla tarizde
bulunma ve şiddet uygulama görüldüğü gibi, Türklerin yaptığı
bir eylem değildir. Diaspora tarafından soykırım başlangıcı
olarak görülen tehcir yasasının çıktığı savaş ortamında
bile, Osmanlı yöneticilerinin, bürokratlarının, sermaye
çevrelerinin ileri gelenlerinden bir çoğu Ermeniydi.
Holocaust/soykırım olgusu, Z. Bauman’ın ifadeleri ile
söylersek: “Kötülerin masumlara karşı işlediği korkunç bir
suç. Bir yandan deli katiller, öte yandan ise çaresiz
kurbanlar…”anlamına
gelen bir imaj yaratmak üzere kurgulanmıştır. Bu Yahudilerin
ve ikinci dünya savaşı galiplerinin yarattığı ve kurguladığı
bir imajdır. Bu imajı yine Baumun’ın tesbitleri ile
anlamlandırılacak olsak; daha sonra soykırım miti bir
taraftan kendini ölenlerin sözcüsü konumunda görenler
tarafından genelleştirilerek Hıristiyanlaştırılmaya
çalışıldı. Diğer taraftan ise, Yahudi İsrail devleti, bu
trajik anıları, siyasi meşruiyetinin sertifikası, geçmişteki
ve gelecekteki politikaları için bir geçiş izin belgesi,
hepsinden öte kendi yapacağı haksızlıklar için bir ön avans
olarak kullanmaya çalıştı.
Almanlara yaptırım uygulamak için Yahudi soykırım imajı
görüldüğü gibi araçsallaştırılmıştır. İsrail ise soykırıma
uğramış olma imajına sığınarak Arap topraklarını işgal
etmiştir. Bu mağduriyet imajı ile hala Filistinlileri
öldürmeye, baskı altında tutmaya ve onlara sistematik
işkence uygulamaya devam etmektedir.
Soykırım suçu, modern değerlerin hakim olduğu bir toplumda
söz konusudur. H.Arendt ve Z. Bauman, tanımlamalarıyla
söylersek; soykırım, modern akılcı toplumda, uygarlığın
yüksek sahnesinde ve insanoğlunun kültürel zaferinin
zirvesinde doğmuş ve uygulanmıştır. Bu nedenle toplumun
uygarlığın ve kültürün bir sorunudur
Holocaust, fabrika yapısı araçlarla, ancak en ileri bilimin
sağlayabileceği silahlar kullanılarak bilimsel tarzda
yürütülen organizasyonlarla tasarlanmıştır. Modern uygarlık
holocaust’un yeterli şartı değil, gerekli şartıdır.
Ermeni soykırım
ithamları ile ilgili olaylara, Arındt ve Bauman’ın Yahudi
kırımına getirdikleri tanımlamalar ile bakılacak olsak, şunu
görürüz: Dönemin Osmanlı toplumu modern manada örgütlenmiş
değildi. Önceden planlanmış, disiplin altına alınmış ve
Ermenilere ayırımcılık yapmayı meşrulaştıran modern bir
bürokratik aygıt bile söz konusu sözde soykırım dönemlerinde
henüz mevcut değildi. Sözde soykırımın olduğu dönemin
sosyolojik şartları, disipline, mantıksal örgütlenmelere
hatta her türlü çağdaş sınai üretim ve ticari ilişki
biçimlerine kapalıdır. Ermenilerin yaşadığı bölgelerin bir
çoğunda olayların yaşandığı dönemde, ayni mübadeleye dayalı
ticari ilişkiler söz konusudur. Modern örgütlenme
biçimlerinin hiç birisi o dönemin Osmanlı toplumsal
yapısında mevcut değildi.
Yahudi
soykırımı olayında, Almanların öldürmeyi meşru görmeleri ve
ahlaki kaygılardan uzaklaşmalarını sağlayan üç tane faktör
vardı(Herbet C. Kelman’a Göre) Bunlar: 1-Yasal olarak
insanlara şiddet uygulama yetkisi verildi. 2-Yahudi karşıtı
fiiller rutinleştirildi. 3-Yahudiler dehümanize edildi.
Yukarıda belirtildiği gibi Türklerin Ermenileri öldürmeleri
için, Ermenilerin önceden dehümanize edilmeleri gerekirdi.
Oysa hiçbir zaman Ermeniler hakkında bir dehümanizasyon
düşünülmedi, bu amaçla bir propaganda yapılmadı. Bilakis
Ermeniler hep millet-i sadıka olarak görüldü. Tehcir
yasasında Müslüman halka Ermenilere şiddet uygulama
konusunda bir yetki ve sorumluluk verilmedi. Bilakis göçe
tabi tutulan Ermenilerin eşkiyaya karşı korunması için
yasaya özel maddeler kondu. Ayrıca Ermeniler tehcir yasasına
rağmen Anadolu’da kalmaya devam ettiler. Bütün Ermeniler
belirli kamplarda toplanmadı.
Kelman’ın
yukarıda belirttiği Yahudi soykırımındaki üç aşamanın
üzerinde ayrıntılı olarak düşündüğümüzde, Ermeni
iddialarının tersi bir durumla karşılaşmaktayız. Çünkü,
Türkleri soykırım suçlusu olarak gören Diaspora Ermenileri,
Türk yetkililerini öldürmeyi kutsallaştırdı(Nazilerin
Yahudileri öldürmesi gibi). Onların öldürülmesini rutin bir
intikam duygusunun gereği olarak biçimlendirdi. Ayrıca bütün
Ermenilere Türklerin barbar, vahşi, ilkel ve kan emici
olduğunu bir inanç olarak benimsetti. Türklere biz
katillerin çocuğuyuz demeyi, içselleştirmek için yasal
aygıtlar hazırladı.
Bilindiği gibi Türkler 1970’li yıllardan bu yana suç
itirafı işkencesine maruz kalmaktadır. Tarihte işlendiği
varsayılan bir suçtan dolayı bir milletin itirafa
zorlanma işkencesi görmesi, Ermeni diasporasının
uygulamalarıyla ortaya çıkan bir durum değildir. Aynı
uygulamayı önce Naziler Yahudilere uyguladı. Daha sonra
İkinci Dünya savaşının galipleri Almanlara uyguladı. Son on
yıldır bu işkence Sırplar tarafından Boşnaklara, Arnavutlara
ve Hırvatlara uygulandı.
Burada işkence ve şiddet; suçla itham edileni itiraf etmeye
zorlamayla başlamaktadır. Bu durumda Ermenilerin Türkiye’yi
ve Türkleri soykırım yapmayla suçlaması ve bu suçun itirafı
için zorlaması, baskı altında tutulması ve şiddet uygulaması
sorunu ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Öte taraftan yukarıda belirmiştik yansıtmalı özdeşim
kuramına göre düşünecek olsak, soykırım mağduriyeti
inancı, kendi içinde başka milletlere karşı bir öfke,
kin nefret, şiddet, intikam ve saldırganlık duygusu ve
inancı taşır. Aynı duyguyu Siyonist gruplara mensup
Yahudilerde, Yahudileri soykırıma tabi tutan Naziler’de ve
Boşnaklara, Hırvatlara, Arnavutlara saldıran Sırplarda
görmekteyiz.
Burada mağduriyet, ezilmişlik, işkence görme miti,
Hıristiyanlıktaki Hz. İsa’nın işkence görme metaforunu
aşmaktadır. Hz.İsa’nın işkenceye katlanma metaforu, bazı
Hıristiyan gruplar ve düşünürler tarafından hak için işkence
görme bir fedakarlık ve şiddete rıza olarak algılanmıştır,
yorumlanmıştır. Bu şiddet ve işkence algılaması, yani
şiddete tepki gösterme biçimi, şiddeti bir nefis terbiyesi
olarak algılama biçimine dönüşmektedir. Yaşanan şiddeti
masumiyet duygusu ile metafora dönüştürme ve bir değer
yargısı haline getirme, hatırlanacağı gibi yukarıda üzerinde
durduğumuz bir konuydu. Ermenilerde bu inancın yerleşmesinin
sebeplerinden birisinin bu işkence gören Hz. İsa metaforu
olduğunu belirtmiştik.
Ancak modernizmin etkisi ile bu metafor 19.yüzyıl ve modern
çağ boyunca Bütün batılı toplumlarda olduğu gibi
Ermeniler’de de ötekiye saldırı ve ötekine şiddet uygulama
metaforuna dönüşmüştür. Mağduriyet, ezilmişlik ve şiddet
görmüşlük benimsenen, içselleştirilen bir tapınma biçimi
olmaktan çıkmaktadır. Ötekileştirilen gruba yani Türklere
bir saldırı duygusu yaratmaya neden olmaktadır.
İçselleştirilerek yaşanan mağduriyet duygusunun kutsallık
derecesi ile, dışsallaştırılarak saldırganlığa dönüştürülen
mağduriyet duygusunun kutsallık derecesi arasında fazla bir
fark yoktur. Birincisinde mağduriyetin sabra, sebata
dönüşümü, ikincisinde ise bu dönüşümün saldırganca kullanımı
söz konusudur.
Saldırgan duygunun gerçekleşmesi ise karşı tarafın
ötekileştirilmesiyle başlar. Bu da Ermenilerin Türkleri
dehümanize etmeleri, öldürmeleri ve Türkiye hakkında ölümcül
yıkım planlara yapmalarını kutsal bir inanç haline
getirmektedir. Meşrulaştırmaktadır. Ancak soykırım suçlusu
görülen Türklerin kutsal bir inançla tarize, saldırıya ve
şiddete maruz kalması, kendi başına sadece kutsal inançla
sınırlı bir temele dayanmıyor. Aynı zamanda tıpkı Nazilerin
Yahudileri dehümanize ederken kullandığı mantıksal, hukuki,
bürokratik ve örgütlü yapılar ve uygulamalarla da
desteklenmekte ve tatbik edilmektedir. Yani kutsal dini
inançla içkin bir çağdaş uygulama saldırısı söz konusudur.
Ortada Türklere uygulanan bilinçli bir şiddet var. Bu şiddet
her hangi bir çekişmeden kaynaklanan tutkusal, duygusal bir
şiddette değildir. Bilinçli şiddet, tutkusal şiddetten biraz
farklıdır. Tutkusal şiddetin dayandığı düşmanlık, öfke,
intikam ve hırs güdüsünü etkinleştirmek, kalıcılaştırmak ve
sürdürülebilir kılmak için kurumsallaştırır,
rasyonelleştirir, hesaplanabilir değerlere, güç ve iktidar
ilişkilerine dönüştürerek meşrulaştırır. Bürokratik hukuki
ve felsefi aygıtlar ihdas eder, yürütür. Makyavel, Hobbes
iktidar ve güç meşruiyeti için uygulanan sözlü şiddeti yalan
dahi olsa meşru kabul etmişlerdir. 19. yy. büyük boy batı
felsefeleri de “mutlak özne” kavramıyla şiddet uygulamayı
meşrulaştırmışlardır. Hegelin geist’i, Marx’ın proleteryası,
Nietzsche’nin üstün insanı Makyavel’in hükümdarı ve vatan’ı
bu işlevi görmüştür. Suçlama yolu ile şiddet uygulamanın
meşru olduğunu tarihi bir zorunluluk ve doğal bir uygulama
olarak görmüşlerdir.
Bu saldırı ve şiddet simülasyonlarla, küresel iletişim
ağlarının göstergeleri ile desteklenerek, simülasyonlarla
yaratılan bir inanç şeklinde Lefebvre’in
ifadesi ile söyleyecek olsak terör yoluyla egemen
kılınmaktadır. Türklerin üstünde bir bahar bulutu gibi
sürekli dolaşımda tutulmaktadır.
Ermenilerin Türkleri soykırım suçu ile itham etmeleri
temsillere ve göstergelere dayalı olarak gerçekleşmektedir.
Bu temsiller ve göstergeler mevcut veya yaşanmış fiili bir
gerçekliğe bağlı olarak üretilmiş değildir. Böyle olmakla
birlikte inandırıcı ve etkilidir. İletişim çağının algı
yanılsamalarının bütün teknikleri başarılı bir şekilde
kullanılarak, Türklere yönelmiş bir şiddet ve terör hareketi
fiilen varlığını devam ettirmektedir. Öte taraftan Kafka’ya
göre, Suçu itiraf etme, suçsuzluğu ortaya koyma ve isbatlama
gerçekten mümkün değildir. Çünkü kanunda yazılanlara göre
suç başka bir şeydir, benim duyup işittiklerime göre suç
başka bir şeydir. Ceza duyup işittiklerime göre
verilmektedir.
Burada duyup işitilenler ise Ermeni diasporasının
ikonlaştırarak, sürekli dolaşımda tuttuğu şey ise Türklerin
soykırım suçlusu olarak gösterilmesidir.
Ermeni diasporası soykırım suçu ile Türkleri suçlarken,
itirafa zorlamaya çalışırken, bu ithamla gösteriye dönüşen
bir şiddetle muhatabını cezalandırmaya çalışırken tarihsel
gerçeklikle alakalı değildir. Artık şiddet uygulamayı, yani
itirafa zorlama tekniklerini kullanmayı bir sanat, edebiyat
ve gösteriye dönüştürmüştür. Bir anlamda şiddet için şiddet
gibi bir çaba ile karşı karşıya bulunmaktayız. Aslında
metaforla üretilen bütün bilinçler için böyle bir çaba söz
konusu olabilmektedir. Burada üretilen bilinç katil ve
barbar Türk imajıdır. Bu imaj çağdaş medya ve gösteri
araçları ve güçleri ile desteklendiğinde, tamamen sanal bir
alanda yaratılan bir gerçeklik sorunu karşımıza
çıkmaktadır. Türklerin taciz edilmesi, itirafa zorlanması
ve gösterge denilen metaforlarla şiddete maruz bırakılması
bu şekilde gerçekleşmektedir.
Karşılıklı anlaşma, işbirliği, konuşma ve dinlemenin
olmadığı bir ortamda şiddet başlar. Diyalog saygı ve kabulün
karşılıklı olmasını gerektirir. Şiddet uygulamakla
suçlanmak, ahlaki şiddete maruz kalmaktır. Taraflardan biri
yoldan çıkmış bir iradenin egemenliği altına girince diyalog
mümkün değildir. Bu durum insani yüzünü tanımadığı rakibine
gerçek anlamda hiç “değer vermeyen”, şiddet uygulayan
tarafından “hor görülen” ötekinin kişisizleştirilmesi
sonucunu doğurur.
Şiddet uygulayanların şiddet uygulama nedenlerini açıklama
ve doğrulama gibi bir kaygıları yoktur. Çünkü şiddeti
besleyen tutku ve arzu kendini doğrulama ihtiyacı duymaz.
Sadece başarı için teknik bilgiye ve beceriye ihtiyaç duyar.
Siyasi ve ideolojik Diaspora Ermeni hareketleri, Türkleri
katillerin torunları olmakla suçlarken, suçlamanın
gerekçesini bilimsel olarak ortaya koymaya da ihtiyaç
duymuyor. Ekspresyonist sanatçıların bakış açısına benzer
bir tutumla, hayal ettikleri bir tarihi, bir suçu
ikonlaştırarak saldırmaktadırlar. Tıpkı Pikasso, ve kubist
sanatçılar gibi, hayal ettikleri, kurguladıkları,
düşündükleri ve inandıkları değerleri tarihe, tabiata ve
Türklere yakıştırıyorlar. O türden ikonlar oluşturuyorlar.
Sözün bittiği yer şiddetin başlangıcıdır. Ermeni diasporası,
Türkleri soykırım itirafına küresel güçlerle, medya ile
birlikte zorlarken şiddeti de başlatmış olmaktadır. Benim
senin hakkında inandığım şeye sen de inanmak zorundasın
demek, kendi başına bir şiddettir, zorlamadır, hak
ihlalidir. Üstelik bu itiraf kendi kendine hakareti
içeriyorsa, durum çok daha vahimdir. Ben katliam yapan
ataların çocuğuyum deme, kendi başına bir sosyo-psişik
bozukluktur, sapmadır. Sağlıksız bir varolma biçimidir. Ben
katil çocuğu değilim deme, katle gösterilen tepkinin
sonucudur. Katle rızasızlığın anlatımıdır.
Şiddet iktidarı somutlaştırır. Belirginleştirir sanal bir
kabul olmaktan çıkartır. Ermeni diasporasının
araçsallaştırılmış soykırım söylemini işlerken, bunu
Türklere işkence edecek şekilde dolaşımda ve kullanımda
tutması, aynı zamanda diasporanın iktidarını da
somutlaştırmış olmaktadır. Şiddetin varlığı iktidarı
alternatifsiz kılar. Çünkü belli bir alanda otorite kurmakla
şiddet kışkırtıcılığı arasında her zaman yakın bağlar
vardır.
Ermeni suçlamalarının küresel hukuk aktörlerince onaylanıp
dolaşımda tutulması, Diaspora iktidarının bürokratik ve
şiddet içeren göstergesidir.
Ermeni diasporası soykırım ikonasını ve simularkını sürekli
dolaşımda tutarak, Türkleri ahlaki manada utandırmaya
çalışarak, işkencenin bilinç altına işlenmesini sağlamaya
çalışmaktadır. Tıpkı Amerikan işgal kuvvetlerinin Irak
halkına yaptığı işkenceyi fotoğraflayarak bir gösteri haline
getirmesi ve dolaşımda tutması gibi. Utancı çoğaltarak
şiddet uygulama bilindiği gibi şiddeti her alanda görme
anlamına gelir. Amerikan askerleri Iraklı mahkumların
utancını arttırarak onlara uyguladıkları şiddeti
yaygınlaştırdılar. Bir insanın katil olduğunu söylemesi
için, Amerikan askerleri gibi öldürmesi ve işkence etmesi
gerekir. Çünkü bu öldürmeler ve işkenceler faaliyet süreci
içinde onların intikam hırslarının boşalmasına neden
oluyordu. Öldürme ve işkence onlarda büyük bir güç
olduklarına dair bir duygu uyandırıyordu. Bundan dolayı
Amerikan askerleri, bu işkenceleri ve öldürmeleri biri
birleriyle paylaştılar. Dostlarına güçlerinin bir göstergesi
olarak gönderdiler.
Hiç öldürmeyen, işkence etmeyen birisinin öldürme fiili ile
suçlanması, işkence ve şiddet uygulayan birisi olarak
tanımlanma zorunda bırakılması, kendi başına bir işkencedir.
Yapmadığı, bilmediği, duymadığı bir kabahati kabullenmek
vicdani bir ızdıraptır. Kabullenilmeyen, doğru bulunmayan
bir davranışla damgalanma ise ayrı bir utançtır. Atasından
utanma, toplumundan utanma ve utanç duyulan bir eylemin
suçlusunun çocuğu olma. İşte Türklerin içine itilmek
istendiği durum budur.
KAYNAKLAR:
Arendt H.,
Şiddet Üzerine,
çev. Bülent Peker, İletişim yay. İstanbul 2003
Arıkan
Zeki,
“Türk-Ermeni Kültür İlişkileri Üzerine”, Bilim ve
Aklın Aydınlığında Eğitim, Nisan 2003, Yıl 4. Sayı: 38,
Ankara 2003, s.52-53.
Arus
Yumul,
“Kafkanın Kehanetleri, Arendt’ın Tanıklıkları” Doğu Batı,
İdeolojiler 3, yıl 8, sayı 30, Doğu Batı yay. Ankara 2005
Balibar
E.ve Wallerstein I.,
Irk Ulus Sınıf,
çev. Nazlı Ökten, metis yay.İstanbul 1995
Bataille
G. İç
Deney, ter. M. Mukadder Yakupoğlu, YKY,İstanbul 1995
Bauman
Z.,
Modernite ve Holocaust, çev. Süha Sertabiboğlu, Sarmal yay.
İstanbul 1997
Benjamin
Walter,
Psajlar, çev. Ahmet Cemal, yapı kredi yay. İstanbul 2001
Besnier,
M. J.,
Söylence maddesi çev. Kamil Sevil, Siyaset Felsefesi
Sözlüğü, Edit. Raynaud P. Rials S.,İletişim yay. İstanbul
2003
Bilgin Nuri,
“Kimlik İnşası İçin Tarihin Araçsallaştırılması”, Türk
Ermeni İlişkilerinde Yeni Yaklaşımlar Sempozyumu, İstanbul
Üniversitesi, 15-17 Mart 2006
BM,
İşkenceye Karşı Komite
(1944), http//undp.un.org.tr/doc_pdf/metin
Çakır
S., “Medya ve Şiddet” Doğu Batı Yıl, 10, sayı 43,
Ankara 2008
Duran
H.,
Endüstri Çağının Dinamikleri, değişim yay. İstanbul 2002
Duran
H., “Dazlak
Şiddet Eylemleri ve Türk Hoşgörüsü”,Türk Dünyası Tarih
Kültür Dergisi,sayı 256, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
yay. İstanbul 2008
Garaudi
Roger,
İsrail Mitler ve Terör, ter. Cemal Aydın, Pınar yay.
İstanbul 1997
Göral,
Sevinç A.,
“Fundamentalizmin Psikolojik Boyutları”, Stratejik Analiz,
Asam yay. Ankara Eylül 2007
Göka Erol,
“Ermeni Sorununun Gözden Kaçan Psikolojik
Boyutu”, Ermeni Sorunu Temel Bilgi ve Belgeler, Der. Ömer E.
Lütem, Asam yay. Ankara 2007
Gündüz Aktan,
“Hukukta Soykırım ve Ermeni Olayları”,
http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/makaleler/makale32.html
Hesenli
Cemil, “1918-ci
İlin Yazı:Azerbaycan’da Ermeni Terörizmi ve Soykırım”, Türk
Dünyası Araştırmaları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay.
S.110, İstanbul Ekim 1997
Hogg, A.
M. Ve Vaughan M.Graham,
Sosyal Psikoloji,
Çev. İbrahim Yıldız ve Aydın Gelmez, Ütopya yay. Ankara 2007
Jacques,
Ellul.,
Teknoloji Toplumu,
Bakış Yayınları, İstanbul 2003.
Justin,
M. Carthy,
“Ermeni Terörizmi: Zehir ve Panzehir Olarak Tarih”, Uluslar
arası Terörizm Sempozyumu, Ankara Üniversitesi yay. 1984 sh.
81-87
Kalafat
Yaşar,
“Türk-Ermeni İlişkilerinde Siyasi ve Kültürel Boyut”
http://www.haberakademi.net/default.asp?inc=makaleoku&hid=7206
Kafka Franz,
Dava, çev.Kamuran Şipal, cem yay. İstanbul 2003
Kentel,
F. Ve Gevorg P.,
Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları Karşılıklı Algılama ve
Diyalog Projesi, TESEV yay. İstanbul 2005
Lütem,
Ö.E.,
http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/makaleler/makale39.html,2008
Mayevsky G.,
20.Yüzyıl Dönemecinde Rus General Mayevsky’nin Türkiye
Gözlemleri Van-Bitlis Vilâyetleri Askerî İstatistiği,
ter. Bayram Bayraktar, İnkılap Yay. İstanbul
2007
Mestrovic Stjepan G.,
Duygu Ötesi
Toplum, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı yay.İstanbul 1999
Mesut
Hakkı Çarşın,
“Ermenistan Silahlı Kuvvetleri”, sh. 52, Avrasya Dosyası,
Uluslar arası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Dergisi,
C:2, sayı:4, Ankara 1996
Ölmez
Adem,
“1909 Adana Ermeni Olayları”, Türk Dünyası Araştırmaları,
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yay. Mart –Nisan 2008,
İstanbul
Perinçek
M., “Çarlık
Arşivlerinden Ermeni Meselesi Üzerine 20 Yeni Belge
(1914-1918)”, Teori Dergisi, Nisan 2008 Güney yay. İstanbul
2008
Paul
Henze,
“Ermeni Şiddetinin Kökenleri”, Uluslar Arası Terörizm,
Ankara Üniv. Yay.sh.174, Ankara 1988
Rutland
Peter,
“Ermenistan’da Demokrasi ve Milliyetçilik” ter. Cahide Ekiz,
Avrasya Dosyası, C.2, S:4, Ankara 1995
D.A.G.M.,
Osmanlı Belgelerinde Ermeni Fransız İlişkileri, c.1 Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü yay. Ankara 2002
Shayegan
Daryush.,
Yaralı Bilinç, Metis Yayınları, İstanbul 1993
Sergio
Cotta,
“Şiddet Maddesi” çev. İsmail Yerguz, Siyaset Felsefesi
Sözlüğü, Edit. Raynaud P. Rials S, , İletişim Yay., İstanbul
2003,.
Sykey
Mark,
Daru’l-İslam, ter. Yılmaz Tezkan, Ankara 2000
Talas
Mustafa,
“Türk-Ermeni
İlişkileri Üzerine Tarihsel-Sosyolojik Bir Araştırma”, Türk
Dünyası Araştırmaları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yay.
Sayı 166, İstanbul Şubat 2007
Taşdelen
Musa, “Tehcirden
Soykırım Mitine:Bir Ulus İnşa Süreci Olarak Ermeni
Meselesi”,Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu, Fırat Üniv. Yay.
Elazığ 2002
Tekelioğlu, Orhan.,
Michel Foucault ve
Sosyolojisi, Bağlam Yayınları, İstanbul 1999
Temelkuran, E.,
www.
Milliyet.com.tr/2006/11/16/yazar/Temelkuran.html
Ulrich
Im. H.,Avrupa’da
Aydınlanma, çev. Şebnem Sunar, Afa yay. İstanbul 1995
Umar Ö.
Osman,
“Hatay ve Çevresinde Ermenilerin Faaliyetleri”, Türk Dünyası
Araştırmaları, sayı 146, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
yay., İstanbul Ekim 2003
Uygur
Kocabaşoğlu,
Anadolu’daki Amerika, imge yay. Ankara 2000
V.Svazlian,
2004,
www.ermeni.org/turkce/vkayutyunner.php, Nisan 2008
Sykes, M,
Daru’l-İslam, ter. Yılmaz Tezkan, Ankara 2000,sh.39
Shayegan
D., Yaralı Bilinç, Metis Yayınları, İstanbul 1993
Arıkan Z.,
“Türk-Ermeni Kültür İlişkileri Üzerine”,
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Nisan 2003, Yıl
4. Sayı: 38, Ankara 2003, s.52-53.
Mayevsky,
20.Yüzyıl Dönemecinde Rus General Mayevsky’nin
Türkiye Gözlemleri Van-Bitlis Vilâyetleri Askerî
İstatistiği, ter. Bayram Bayraktar,
İnkılap Yay. İstanbul 2007,sh. 187
Umar,
Ö.O“Hatay ve Çevresinde Ermenilerin Faaliyetleri”,
Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 146, Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı yay., İstanbul Ekim 2003,.sh.122
Besnier,
M.J., Söylence maddesi çev. Kamil Sevil, Siyaset
Felsefesi Sözlüğü, Edit. Raynaud P. Rials
S.,İletişim yay. İstanbul 2003, sh. 825
Ellul J.,
Teknoloji Toplumu, Bakış Yayınları, İstanbul 2003,
sh.385
Garaudy R.,
İsrail Mitler ve Terör, ter. Cemal Aydın, Pınar yay.
İstanbul 1997,sh.158
Bilgin N., “Kimlik İnşası İçin Tarihin
Araçsallaştırılması”, Türk Ermeni İlişkilerinde Yeni
Yaklaşımlar Sempozyumu, İstanbul Üniversitesi, 15-17
Mart 2006
Mestrovic
S.G., Duygu Ötesi Toplum, çev. Abdullah Yılmaz,
Ayrıntı yay.İstanbul 1999,
Bataille G.,
İç Deney, ter. M. Mukadder Yakupoğlu, YKY,İstanbul
1995,sh.15
Besnier M.,
J., a.g.e., sh. 825
Balibar, Irk
Ulus Sınıf, çev. Nazlı Ökten, metis yay.İstanbul
1995, sh.109
Sykey M.,
Daru’l-İslam, ter. Yılmaz Tezkan, Ankara 2000,
sh.102
Rutland P.,
“Ermenistan’da Demokrasi ve Milliyetçilik” ter.
Cahide Ekiz, Avrasya Dosyası, C.2, S:4, Ankara
1995, sh.9
Kentel ve
Gevorg, Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları
Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi, TESEV yay.
İstanbul 2005, sh.13-26
Duran, H.,
“Dazlak Şiddet Eylemleri ve Türk Hoşgörüsü”,Türk
Dünyası Tarih Kültür Dergisi,sayı 256, Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı yay. İstanbul 2008, sh.21
Tekelioğlu
O., Michel Foucault ve Sosyolojisi, Bağlam
Yayınları, İstanbul 1999,sh.18
Hogg A.M. ve
Vaughan G., Sosyal Psikoloji, Çev. İbrahim Yıldız ve
Aydın Gelmez, Ütopya yay. Ankara 2007, sh.410
Kafka F.,
Dava, çev.Kamuran Şipal, cem yay. İstanbul 2003,
Sh.1
Sergio Cotta,
“Şiddet Maddesi” çev. İsmail Yerguz, Siyaset
Felsefesi Sözlüğü, Edit. Raynaud P. Rials S, ,
İletişim Yay., İstanbul 2003, sh.851
Çakır S.,
“Medya ve Şiddet” Doğu Batı Yıl, 10, sayı 43, Ankara
2008, sh.164
Yumul A.,
“Kafkanın Kehanetleri, Arendt’ın Tanıklıkları” Doğu
Batı, İdeolojiler 3, yıl 8, sayı 30, Doğu Batı yay.
Ankara 2005, sh.14
Sergio
Cotta,., age., sh.848
SAYFA
BAŞI
Yazarın diğer yazıları:
Örümcek
Ağı ve Yargı Gücü
Soykırım
Vahşeti Anıtı Olarak İsrail’in Gazze Katliamı
MUHAYYEL
ERMENİ SOYKIRIM İKONASININ KURBANI OLARAK TÜRKLER
Dazlak
şiddet eylemleri ve Türk hoşgörüsü
SAYFA
BASI
|