A vitaminini unutmayın! Mevsim meyvesi gibisi yok. Strese son vermenin 15 yolu

Kendinizi değil kilonuzu yakın


·  ANASAYFA  
·  AVRUPA HABER  
·  MEDYA  
·  EKONOMI  
·  FIRMALAR  
·  SPOR  
·  YAZARLAR  
·  BASIN ÖZETLERI  
·  COCUKLAR/OYUN  
·  KADIN & YASAM  
·  BEDAVA SMS  
·  BEDAVA POST  
·  DOWNLOAD  
·  TREIBER  
·  CHAT  
·  NETMEETING  
   


  NETYAZI

      Ali Kılıçarslan

 


40 yıl önce 40 yıl sonra

Uyum mu, Kıyım mı?

Zihniyet Krizi








  40 YIL ÖNCE, 40 YIL SONRA...

a.kilicarslan@web.de


  Bu yıl, Türkiye’den Almanya’ya göçün 40. Yılı’nı geride bırakıyor ve 41. Yılı’na giriyoruz. Fakat, geride bıraktığımız sadece yıllar... 40 yıl önce olduğu gibi, 40 yıl sonra da Türkiye cephesinde değişen hiç bir şey yok.

  Kırkbir kere mâşallah; 40 yıl önce, yani 30 Ekim 1961’de, “Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması” imzalandığında görevde olan politikacıların bir kısmı, hâlâ görevlerinin başında. 40 yıl önce, Türkiye’den hangi sebeplerden dolayı yurtdışına göç başlamışsa, bugün de o sebeplerin hepsi hem de daha fazlasıyla mevcut. En büyük dert yine işsizlik. Bunun için de göç devam ediyor ve halk yurtdışına çıkabilmek için adeta her yolu deniyor: Evlilik ve iltica en çok başvurulan yollardan ikisi. Fakat, şimdi, bir başka yol daha bulmuşlar: Eşcinsellik. Basında yer alan bilgilere göre, sadece eşcinseller değil, sırf bir Avrupa ülkesinde kalabilmek için eşcinsel olduğunu belirterek sığınma hakkı isteyenler, hatta özellikle Hollanda’da evlilik için müracaat edenler bile varmış... Bu da birşey mi? Öz kardeşiyle kağıt üzerinde nikah kıyarak Almanya’da oturum almaya kalkanların olduğunu bile duyduğumuza göre, bakalım bu şartlarda daha nelere şahit olacağız...

  Türkiye cephesinde, 40 yıl önceki “saldım çayıra Mevlâm kayıra” mantığı aynen devam ediyor. Ne demişler; “yiğidi öldür, fakat hakkını yeme!” Elbette, bazen arandığımız, sorulduğumuz da oldu. En azından Yurtdışından Sorum(lu)suz Bakanlık da var. Hiç olmazsa, seçimlerden önce veya memlekete “döviz” lazım olduğunda hatırlanıyorduk. Fakat, Başkan(ımız) Bush, Ekonomiden Sorumlu Bakanlığa Dervişi atadıktan sonra, “döviz” için de olsa, arayanımız yok. Efendim, bendeniz çok merak ediyorum: Büyüklerimizin de tabiriyle Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik kriziyle karşı karşıya. Aslında, bana sorarsanız, krizin sebebi ekonomik değil, daha çok siyasi, yani bu hükümetin bizzat kendisi. Şu anda Türkiye’nin tek kelimeyle “para”ya ihtiyacı var. Atanan Bakan Derviş, göreve geldiği günden bu yana Ankara dilencisi gibi, ülke ülke dolaşıyor ve mesaisinin büyük bir kısmını da ABD’de geçiriyor. Niye? Para dileniyor, para...

  Derviş, anne tarafından Alman olduğu için mi, bilemiyorum; fakat gezilerinde mutlaka Frankfurt’a uğruyor ve eskiden asilzadelerin yaşadığı şatolarda kalıyor. Aslında, hangi sebeple olursa olsun, Frankfurt’a uğradığında Derviş bir de bize, yani buradaki Türk toplumuna da uğrasa diyorum.  Ne de olsa artık biz de Almanlar ile akraba sayılırız. Bunu, kesinlikle bir kesim gibi, Almanların Yozgat civarından geldiğini ve atalarının da bir Türk boyuna dayandığını iddia etmek için söylemiyorum. Sadece etrafıma bakarak söylüyorum. Eğer, siz de etrafınıza şöyle dikkatlice bir bakarsanız, mutlaka farkedebilirsiniz.

  Konumuz “akrabalık” olmadığından yeniden şu “döviz” meselesine dönmek istiyorum. Sahi, Derviş göreve geldiği günden bu yana kaç kere bu ülkeye geldi ve Almanya Türkleri’nden Türkiye ekonomisine yardımcı olmalarını istedi? Eğer duyan, gören varsa, elini kaldırsın ve lütfen söylesin! Fakat, şu içimizdeki kendilerini Almanya Türkleri’nden sorumlu sayan şen-şakrakçılar, misyonları gereği 40. Yıl’ı da bahane ederek hemen Ankara’nın yolunu tuttular. Niçin? Elbette, Almanya Türkleri’ni pazarlamak için... Sonuç; malumunuz: Kim takar Almanya Türkleri’ni?

 Yoksa, artık dövizimizin de “Coni’nin dövizi” kadar itibarı kalmadı mı? Eskiden, yani 40 yıl önce, hiç olmazsa paramızın itibarı vardı; şimdi, 40 yıl sonra paramızın da itibarı kalmadı? Yoksa... dövizin itibarı olsa ne yazar, onu cüzdanında taşıyan insanın itibarı olmayınca...

  Görüldüğü gibi Türkiye cephesinde fazla bir değişiklik yok. Krizler, yoksulluk, adaletsizlik, itibarsızlık ve şahsiyet sıkıntısına maruz politikacılar, yurtdışındaki yakınlarının desteğiyle köşe kapmaca oynayanlar vesâire... Fakat, Almanya çok değişti. Misafirdik, artık değiliz. Kırk yıllık acı kahvenin hatırı da bitti. Bando-mızıkayla karşılanıyorduk; fakat şu anda dönmeye kalksak, arkamızdan teneke bile çalan olmaz. Geldiğimizde İş ve İşçi Bulma Kurumları eski binalardaydı; şimdi her şehirde en görkemli yapılara sahip. Almanya yeni yeni kalkınıyordu. Şimdi kanı bitlendi, yeniden sınırlarının ötesine taşmaya çalışıyor. Her iki ülkeye has örnekleri çoğaltmak elbette mümkün. Fakat, neticeye bakalım: Türkiye yerinde sayıyor olsa da, Almanya değişti. Eh, biraz da biz değişiyoruz. Laf aramızda, elin oğlu değiştiriyor...  24 Kasım 2001

SAYFA BASI





  UYUM MU, KIYIM MI?

Almanya’da, özellikle son yıllarda, iyice artan uyum tartışmalarının nasıl ve hangi yaptırımlarla sonuçlanabileceğini hiç merak ediyor musunuz? Kendi adıma söylüyorum; hem de çok merak ediyor ve hangi yaptırımların gündeme gelebileceği konusunda kafa yoruyorum. Ve bu sorunun cevabını, Almanya tarihinin ışığında bulmaya çalışıyorum. Geçmişte, bu ülkedeki Alman soyundan olmayanların uyum süreçlerinin kareleri, film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken, beynimin sütunları adeta zonkluyor. Niçin mi?

  “Niçin”i kavrayabilmek için Almanya’nın sadece yakın tarihini bilmek yeterli. Alman vatandaşı oldukları, uyum sağladıkları ve hatta isimleri bile almanlaştığı halde, sadece Alman asıllı olmadıkları, damarlarında Alman kanı taşımadıkları için, kıyıma uğrayanların akibetini düşününce, aklıma sadece bir soru geliyor. İnanıyorum, aynı soruyu sizler de mutlaka soruyorsunuz: Uyumun sonu, yine kıyım mı? Perşembe’nin gelişi çarşambadan belli olduğu için, asla tehlike çığırtkanlığı yapmaya niyetim yok..

  Fakat, uyum sağlayamayanların belirli yaptırımlara maruz kalarak kıyıma uğrayacakları kesin: Eğer, “uyum kursu” mecburi hâle getirilirse, ki durum onu gösteriyor, kursu başarı ile bitiremeyenler, kıyıma tabi tutulabilirler. Yani oturum haklarının ve çalışma müsadelerinin uzatılmaması, hatta sınırdışı gibi yaptırımlarla karşı karşıya kalmaları mukadderdir. İnsanlık hâli, sormadan edemiyorum; acaba “uyum kursu”nun ardından ne gelecek? Bu ülkeye uyum sağlamamış, gerçekçi olalım ve bir adım ileri giderek soralım; erimemiş (asimile olmamış) hiç bir yabancı kalmadığı zaman ne olacak? Acaba, o zaman sıra başka yaptırımlara gelir mi? Mesel⠓kan değiştirme mecburiyeti“ de gündeme gelebilir mi? Şayet gelirse, hiç merak etmeyiniz; bunun gerekçesini de “Alman asıllı olmayanları, ırkçı tehlikelerden korumak için yapıyoruz” şeklinde açıklayabilirler.

  “Uyum”, sadece devletin ve hükümetlerin ortak hedefi değil, aynı zamanda belirli bir kesimin de geçim kaynağı. Her ülkedeki “toplum mühendisleri”nin bu ülkedeki diğer bir adı da “uyum mühendisleri”... Artık bu ülkede bir de “uyum sektörü” oluştu. Ve bu sektörden pay alabilmek için Türkiye’deki “toplum mühendisleri” de sıraya girdiler. Kapalı kapılar ardında yapılan toplantılarda, kadehler kaldırılarak “ortak hedef” açıklanıyor: uyum; yani Türklerin Almanya’ya uyumu... Bu, aynı zamanda şu anlama geliyor: Uyumsuz Türk toplumunu uyumlu hâle getirmek. Bu nasıl olacak ve Türk toplumunun, uyum sağlaması için neler yapması gerekecek, her şeyden önemlisi, “ücretli uyum mühendisleri” veya “uyum işbirlikçileri”, uyum için neleri empoze etmeye çalışacaklar? Bekleyiniz, bütün bunları zaman içinde göreceğiz.



SAYFA BASI




ZİHNİYET KRİZİ

 

Türkiye, denilince akla sadece krizler geliyor: Ekonomik kriz, döviz krizi, MGK krizi, enerji krizi, hükümet krizi vesâire... Esasında, bunlardan çok daha önemli bir kriz var: Zihniyet krizi... Ve bütün krizlerin temelinde, bu "zihniyet krizi” yatıyor. Önce, bunun aşılması gerekir.

Zihniyet; belirli bir görüş ve inanış alışkanlıklarının tesiriyle oluşan düşünce tarzı, kafa yapısıdır. Türkiye’de, devleti yönetenlerin ve yönetmeye talip olanların, ilk önce kriz dönemlerinde oluşan ve krizlere göre şekillenen düşünce tarzlarını, kafa yapılarını değiştirmeleri, millete ve devlete bakış açılarını gözden geçirmeleri elzemdir. Her şeyden önemlisi, krizsiz devlet yönetmeyi, krizsiz siyaset yapmayı, krizsiz yaşamayı öğrenmelidirler. Sadece krizlere bağlı (endekslenmiş) yönetim biçimi, yönetebilmek için kriz üretir.

Bu yüzden olacak ki, Türkiye’nin çok iyi örgütlenmiş, sistemli çalışan, bütün zemin ve imkanları anında değerlendiren en derin kurumu Kriz Üretim Merkezi (KÜM)’dir. KÜM’ün en önemli görevi, sadece şartlara göre kriz üretmek değil, üretilen kriz ile ilgili tedbirler de almaktır. KÜM’e göre, Türkiye krizsiz yapamaz. Yani KÜM, önce kriz ortamını oluşturur, sonra da krizden çıkış yollarını çeşitli vasıtaları kullanarak sunar. Bu vasıtaların en önemlileri ise, işbirlikçi basın-yayın organları ve patronlar, yani para babalarıdır. Sözkonusu işbirliğinin etkilerinin boyutu, her geçen gün daha açık anlaşılıyor. Özellikle son yıllarda, işbirlikçi kanalların hepsinden adeta pislik akıyor.

Tabii, Türkiye’de sadece suni ve hakiki krizler ve krizlerden hayat bulanlar değil, ”düşmanlar" ve "hainler" de mevcut. Meselâ; "sistem düşmanı", "devlet düşmanı", "sermaye düşmanı", "Batı düşmanı", "vatan haini” vs... Hatta ihanetin tarifi, hainlerin ve düşmanların şekil ve şemalleri, her saniye yeniden tarif edilebilecek kadar çeşitli ve değişken. Meselâ; örtünmek suç; açılmak-saçılmak serbest. Hatta, ”öteki Türkiye”, bir dilim ekmek bulmak için çırpınırken, sabahlara kadar şaraplarla banyo yapmak, gazinolarda çılgınlar gibi bağırmak-çağırmak, kısaca rezilliğin her türlüsünü yapmak da serbest. Bu arada, başörtülüler KÜM tarafından ”sistem dışı" ilan ediliverdiler.

Türkiye’ye hakim olan KÜM zihniyetine göre, "laik" olan "Türkiye’ye layık” anlanıma geliyor. Yani Türkiye’de devletin bütün ihalelerini almanın, bankaları soymanın, vergi kaçırmanın, yeşil alanları, hazine mallarını yağmalamanın birinci yolu, la(y)ik olmaktan geçiyor. Kısaca; ”laik" ile "layık” eşanlamlı. ”Laik” olmayan hiç bir şeye ”layık” değil. T.C. Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden; ”laik olmayanın insan bile olamayacağını” söylemişti. O zaman, tepki gösterdiğimiz bu sözü, Türkiye’nin bugünkü haline bakınca çok daha iyi anlıyoruz. Ülkeyi soyanlar, yani hırsızlık suçlamasıyla şu anda mahkemelerde ifade verenler, 28 Şubat çetesi ve işbirlikçi medya mensupları vb... laikliğin en ateşli neferleri gibi sağa-sola saldırıyorlar, hak-hukuk tanımıyorlardı. O günlerde de biliniyordu; fakat şimdi çok daha iyi anlaşılıyor ki, ”laiklik” adına ülkeyi soymuşlar; laikliği değil, yasadışı kurdukları çalışma gruplarıyla kendi çıkarlarını korumuşlar. İşte bu sözünü ettiğimiz durum, zihniyet krizinin bir sonucudur. Ve bu zihniyet krizi, Türkiye’de kendine özel bir sektör oluşturdu: ”Laiklik Sektörü”... Bu sektörün tek özelliği, bütün kriz dönemlerinde ayakta kalabilmeyi başarmasıdır. Çünkü; ayakta kalabilmesinin tek şartı, kriz ortamlarının oluşturulmasına bağlıdır. Ve bu sektörden beslenenler, en büyük vurgunu, soygunu günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi, kriz dönemlerinde yaparlar.

Türkiye’de "laik" olanlar, sadece kendilerinin bu ülkeye "layık” olduklarına inanıyorlar. Tabi, bu zihniyet veya laiklik anlayışı da bütün laikler için geçerli değil. Hırsız ve ahlaksız olmayan, hak-hukuk tanıyan, haram yemeyen, kul hak ve hürriyetlerine riayet eden laikler hariç. Uzun sözün kısası; kriz olmadan sistemi ayakta duramaz hâle getiren KÜM mesuplarının bir hesabı bulunmaktadır. Bu hesap sahiplerinin bankalarda da oldukça yüklü hesapları olduğunu ve bu hesaba sahip olmanın belli bir liyakat gerektirdiğini düşünürseniz, sadece kimin elinin nerede, hangi ceplerde olduğu değil, krizin gerçek sebebi de iyi anlaşılacaktır.

Ey Türk! Titre ve kendine dön! Fakat, bu titreyiş, kriz tutmuşlarınkine benzemesin! Ekonomik ve diğer krizlerden her zaman kurtulabilirsin; fakat zihniyet krizinden kurtulmak o kadar kolay değildir. Bu sefer, bu zihniyet krizinden, KÜM’den kurtulmak için titre! Titre ki, asalaklar üstünden düşsün! Yoksa, ebediyyen kurtuluş yok!

     
     
akilicarslan@turkpartner.de
     


     




SAYFA BASI


| Ana Sayfa | Haberler| Gazeteler | Ekonomi | Firmalar | Spor | Yazarlar 


e-posta:
info@turkpartner.de

 



Editör'den

Selam

Ali Kılıçarslan
40 yıl önce 40 yıl sonra
Mahmut Aşkar
Tadını çıkarmak
Muhsin Ceylan
Esas mesele samimiyet(sizlik)
Şefik Kantar
ABD Hamburg’ u bombalar mı?
Sizden Biri
Kabına sığmayan adam
Dr. Osman Balta
Yüksek tansiyona dikkat!
Ismail Tüysüz
Türkiye'nin orkideleri koruma altına alınmalı 
Ramazan Alp
Şiirin yalnızlığı
Abdullah Güler
Hastahane Köşeleri