MEYDAN
Hasan
Kayıhan
|
|
hasankayihan@hotmail.com
|
AVRUPA'DA
TÜRKÇE'NİN GELECEĞİ
Dilbilimcisi
Wilhelm von Humbolt (1767-1835)'un ifadesiyle dil, "bilinmeyenleri
keşfeden bir âlettir." Dilde kargılığı
olmayan bir varlık ve hareket, insan düşüncesinde
de yoktur. Yâni dil, düşüncenin evidir. İnsan
davranışlarının bütün psikolojik ve
sosyolojik yapısını belirleyen, bilimin sınırlarını
sürekli genişleten, öğrendikleriyle yeni
teknolojik gelişmeler sağlayan ve onu kendi emrine
alan düşünce, gelişmiş dillere sahip olan
toplumlarda derinlik kazanır. Bu yüzden her millet,
kendi dilinin ifâde sınırlarını sürekli
olarak artırmaya çalışır; onu, anadili başka
olan toplumlara da maletmek için didinir. Zira dil, ait olduğu
milletin kültürüne açılan bir kapıdır. O
kapıdan giren, o kültüre has değerleri öğrenir,
benimser, yaşar ve geliştirir. Kültür değişmesi,
aslında bir dil değişmesinden ibarettir. Ancak
dil değişmesi, dolayısıyle kültür değişmesi,
sadece, bir insanın kendi ana dilini bütünüyle unutup
onun yerine bir başka dili konuşmasıyla gelen
bir durum değildir. Happy birthday to you ile iyiki doğdun,
Mach 's gut ile kendine iyi bak arasında bu bağlamda
bir fark yoktur. Kimseye zararı dokunmayan bu tür kelime
ve kelime gruplarına karşı çıkmak, çoğu
kimse tarafından yadırganabilir. Ancak, yukarıda
ifade edilenlerin ışığında düşünülmelidir
ki, kelime ve kelime grupları, eğer birileri tarafından
uydurulmamışlarsa, bir takım seslerden meydana
gelen sadece birer anlaşma aracından ibaret değillerdir;
herbiri birer can taşır, ruh taşır, mûsikî
yüklü âhengiyle yoğrulmuş mânâ taşır.
Onlara bu can, bu ruh, bu mânâ, dünden bugüne onları
kullanan milyonlarca insanın gönül sıcaklığından,
şiddetinden, celâlinden telkin edile edile kazandırılmıştır.
Sadece dîvan şâirlerinin değil, tasavvuf ve hatta
halk şâirlerinin dilinde dil, gönül mânâsında
da kullanılmıştır. Aynı dili konuşan
iki insan, temelde aynı temiz arzuların, aynı
temiz duyguların, aynı ülkülerin adamıdır;
zira ortak dil, gönül bağı demektir. Nef î, 'Ehl-i
dildir diyemem sinesi saf olmayana/ Ehl-i dil birbirini
bilmemek insaf değil" beyitiyle yukarıdan beri
anlatılmağa çalışılan düşünceleri,
hem de dolu dolu söyleyivermiş.
Türk milletinin sînesi saftır, diyoruz. Bu milletin
kendine yabancılaşmamasını arzu ediyoruz.
Bir zamanlar, gaza niyetiyle aştığı
hudutlardan, bugün ırgat olabilmek gayretiyle süzülüşünü
içimiz yanarak seyrediyoruz. Belki, kötü düşlerimizin
sabahı hayıra açılacaktır; dileğimiz
budur!
Buraya kadar, dil kelimesinden ne anladığımızı
ifâde etmeğe çalıştık. Eğer konuyu
biraz daha özelleştirerek sözü, Avrupa'daki Türk
toplumuna ve Türkçe'ye getirirsek, izah etmeğe çalıştığımız
şeyin özeti şudur: Avrupa
'da Türklüğün geleceği, Türkçe'nin geleceğine
bağlıdır. 2. Dünya Savaşı'ndan
beri yurdundan uzakta yaşayan Kırm'lı romancı
Cengiz Dağcı anadil üzerine kendisiyle yapılan
bir görüşmede şöyle söylüyor: "Polonyalı
muhacir Czeslaw Milosz'nun, Anayurt dediğin dildir aslında,
sözlerini benim kadar hiç kimse anlayamaz dünyada. Her
şey dile bağlıdır gerçekten.Benim
durumumda yurt dediğin düden başkası değildir.
Bugüne kadar düşünce hürriyetimi koruyabildiysem,
dille koruyabilmişimdir. Yurdumu toprağı, bağı,
denizi, çiçeği, böceği, insanıyla yaşayabildiysem,
dille yaşayabilmişimdir. Dilini umursamayan, özellikle
yabancı bir ortamda dilini yitiren bir insan, dilden
fazla bir sev yitirir. Yurdu ve insanları pörsüye pörsüye,
ağara ağara, geri dönmeyecek şekilde silinip
gider onun yüreğinden ve gözlerinden. Gene de bir insan
olarak yaşayabilir belki; ama o artık kendi yurdunun
insanı olamaz. İçinde yaşadığı,
dilini benimseyip kabul ettiği yabancı milletin
insanı da olamaz."
Acaba Avrupa Türklüğü olarak dilimizi kaybetme gibi
bir tehlike karşısında bulunuyor muyuz? Bazılarına
göre, hayır! Ne dilimizi, ne milliyetimizi, ne de
dinimizi kaybetmemiz gibi bir ihtimal söz konusudur. Bunu, böyle
söyleyenlerden biri, tanınmış dil davacımız
Melih Cevdet Anday'dır. Melih Cevdet Anday, 17 Nisan 1986
günlü Cumhuriyet gazetesinde, Rabıta meselesi
vesilesiyle, özetle şöyle yazıyordu:
"Yabancı ülkelerdeki vatandaşlarımız
namazlannı kendi başlarına veya topluca kılabilir,
namazın nasıl kılınacağını
çocuklarına da öğretebilirler.Yabancı ülkelerdeki
işçilerimiz, yanlarında imam bulamayınca
dinlerinden, imanlarından mı olacaklardı? Yoksa
onlann çocuklan gâvurluğa mı döneceklerdi?
İşçi çocuktan için batıya öğretmenler
gönderme sorunu ortaya çıktığında bunun
gerekçesi olarak, işçi çocuktan arasında Türkçeyi
unutanların bulunduğu ve bu gençlerin Türklüklerini
de unutabilecekleri tehlikesinin var olduğu söylenmişti.
Olacak şey değildir! 1960 yılına değin
Türkiye'de hiçbir hükümet yabancı ülkelerde okuyan
öğrencilerin dillerini ve dinlerini unutabileceklerine
ilişkin bir önleme başvurmuş değildir.
Kimsenin aklına gelmemiştir bu.."
Türkiye Devleti'nin yurdışmda yaşayan biz
vatandaşlarına verdiği yarım yamalak desteği
bile lüzumsuz gören Sayın Anday, acaba haklı mı?
Dilimizi, milliyetimizi, dinimizi kaybetme ihtimalinin varlığını
söyleyen insanlar yanılıyorlar mı? Burada,
1960 öncesi yurtdışında yaşayan insanlarımızla,
bugün iki milyonu bulmuş Türk toplumunu ne sayıları,
ne de nitelikleri bakımından karşılaştırma
ihtiyacı duyuyoruz . Türk toplumu, Türkler, Avrupa'daki
insanlarımız derken, söz konusu ettiğimiz,
İsviçre Alplerine tatil yapmaya gelen T.C. vatandaşları
değil; otuz yıldır burada yaşayan ve
belliki, artık burayı mesken tutacak olan, ve dünyanın
pek çok devletinden daha kalabalık bir nüfusa sahip
olan Avrupa Türkleri'dir.
(DEVAM EDECEK)
Kaynak:
http://www.hasan-kayihan.com
SAYFA
BAŞI
Yazarın
diğer
yazıları:
Avrupa'da
Türkçenin
Geleceği
Ölü
Bir Şaire Mektup
Türkçe
üzerine
SAYFA
BASI
|