
Aşk olsun
“Büyüklerin sözleri kitaba yakın olur”.
Yukarıda yazdığım veciz ifade bana ait değil. Gizli bir
dünyayı, ruhsal bir dinginliği, metafizik bir lezzeti işaret
eden bu cümleyi nedense çok sevmiştim.
Kış gecelerinden birinde köy evindeydik. Mutfakla
birleştirilmiş oturma odasının tam ortasına kurulmuş olan
kuzineden; yanan kuru meşe dallarının çıtırtıları
yükseliyordu.
Çay eşliğinde hane halkıyla derin bir sohbete dalmışız.
Büyük insanlardan, hikmetli sözlerinden bahsediyorduk
galiba.
Odayı ısıtan sıcaklık sadece meşe odunuyla doldurulmuş
kuzine değildi sanırım. Yaptığımız sohbetin gönlümüzü
fazladan ısıtan bir tarafı da vardı.
Oturduğu köşeden bizleri sessizce dinleyen Kayınvalidem,
girişte yazdığım cümleyi söylediğinde donakaldığımı
hatırlıyorum.
Kayınvalidem, çok sözle anlatmaya çalıştığım düşüncelerimi
kestirip atmış, meseleyi tek bir cümle ile özetleyivermişti
aslında.
“Simurg”a ulaşmak için ölesiye yolculuk yapan
kuşların diliyle şifrelenmiş mutluluk hazinesinin anahtar
kelimelerini fısıldamıştı sanki. Feriduddin Attar Hz.lerinin
Mantık-ut Tayr isimli eserini ve Mesnevi’yi okumadığı halde
özetini çıkarmıştı sanki.
“Kal ehli” (Söz ehli) değil, “hal ehli”
olmanın başladığı yer, kitaba yakınlaşabilmekten geçiyordu.
Kitaba yakın olmak, mahreme yakın olmaya vesileydi. Mahreme
yakın olmak, büyük insan olmayı gerektiriyordu. Mahrem olup,
uhrevi meclise kabul edilenlerse, kelamın kibarını
söylüyorlardı.
Kitaba yakın olabilen zaten büyük insan olurdu. Mesele büyük
insan olmak değil, güzel insan olmaktı. Büyük olmanın yolu,
yakine ermekle mümkündü. Sözün değeri azalmıştı birden. Sözü
değil, sükûtu fazla olanlar kitaba yakınlaşabiliyordu.
Günümüz sohbetlerinin sahte gülüşlü basit ve yapmacık
taraflarını düşündükçe boşa geçirdiğimiz zamanlara
hayıflanırım.
Adapazarı’nda bir dönemin eskileri olarak yaklaşık yirmi
yıldır kitap okuyoruz.
Sükûtu değil, sözü çoğaltan kitaplar okuduk. Başkalarını
kurtarmak için kitaplar okurken kendimizi unuttuk. Susmanın
erdemi yerine bağırmanın, haykırmanın kahredici cazibesine
kapıldık.
Romanlar, hikâyeler, kahramanlıklar okuduk ama kendimizi
unuttuk. Çok bilmeyi kutsadık. Çok bilen olmayı mahrem ehli
olmak zannettik.
Irmak olup çağlamayı hayatın erdemi zannederken, yerin
altından sessizce ve kesintisiz beslenen pınarları
küçümsedik.
İsmet Özel’in dediği gibi yola çıktığımızda mataramızda “tuzlu
su” vardı. Tevekkül azalınca teslimiyetin yerini aklımız
aldı.
Kaynaktan içmek yerine mataramızdaki tuzlu suya güvendik.
İçeriden dışa bakmayı öğrendik ama dışarıdan içimize
bakabilmeyi bir kez olsun denemedik. Sonunda içimizi
unuttuk.
Yaklaşık iki yıl önce bir dostun tavsiyesiyle Şefik Can’ın
Mesnevi tercümesini okudum. Hepimizin ismen çok yakından
tanıdığı Mevlana Hazretlerinin Mesnevi adlı eserini
okumayanlara şiddetle tavsiye ederim.
Hazreti Mevlana ve Mesnevi hakkında fikir serdedecek
değilim. Atalarımız edebi edepsizden öğren demişler.
Haddimizi bilmenin yolunu, hayatımızı kuşatan haddini bilmez
insanlardan ister istemez öğrendik zaten.
Sükûtu feda edip sözünü arttıran, aklını kutsayıp, tevekkülü
azaltan bizim gibi haddini bilmezler için bir hatırlatma
kabilinden zikredeyim istedim.
“Hakikat ilmi karşısında akıl; ön ayakları çamura
saplanmış eşektir” diyen Hz. Mevlana, insanın aldandığı
noktaya işaret ediyor. İçten dışa bakmayı alışkanlık haline
getiren ruhlara, asıl mücadele alanı olan “iç âlemi”
unutmamasını hatırlatıyor.
İçinden aydınlanmayan insanların dışına nasıl ışık
verebileceğini soruyor. Kör olan bir insanın diğer bir körü
yolun karşısına geçirmeye çalışmasının ne kadar anlamsız ve
tehlikeli bir çaba olduğunu bizlere anlatıyor. Gören göz,
gönül gözü olmayınca baş gözüyle görenler görüyorum
zanneder.
Dünyayı kurtarmaktan bahsedenlerin kendileri batmaktalar.
Makam sahibi etkili ve ağır abilere yakın olmayı kitaba
yakın olmaktan daha sevimli gören kimse; büyüdüğünü
zannederken küçüldüğünü görmüyor. Resmin içinden çerçevesini
görmeyen gri renkli donuk tablolar gibi.
Mevlana Hazretlerinin ifadesiyle keşke bende “kendi
içinden denize ulaşan yol bulan bir küp” gibi
olabilseydim. O zaman ne söze hacet kalırdı ne de
mataramdaki tuzlu suya aldanırdım.
Hakikat ile aranızda perde olan “satır ve söz”
ilminin aldatıcı dünyasında delicesine koşturmaktan
yorulmadınız mı?
Dünyayı kurtarmaktan zaman bulup büyüklerin sözlerine kulak
ve gönül vermeyi becerebilseydik kitaba yakın olabilirdik
belki.
Kurtarılmayı bekleyen kendi hayatımıza dönerek,
sevdiklerimize zaman ayırmanın vakti geldi galiba.
Sahte ve ruhsuz kalabalıklar yerine, bedelsiz ve diyetsiz
masumane sevgiyi paylaştığımız bir dost yeter insana.
“Aşk olsun” kelimesi ne güzel bir kelimeymiş.
Hz. Mevlana’nın ve diğer büyüklerin kitaba yakınlaştıkça
yudumladığı iksir, meğer aşk iksiriymiş.
Kitaba yakın olan büyüklerime ve sevdiklerime “aşk-ı
niyaz” olsun bu yazdıklarım.
Yeni Sakarya Gazetesi, 28 Mayıs 2008
SAYFA
BAŞI
Yazarın diğer yazıları:
Aşk
olsun
Doğu
Bosna'da Ezan Sesleri
Boşnak
Gecesi
İyilik
Köprüsü SAKVA
Kosova
Arnavutları ve Türkçe
Alauddin
Medresesi – Kosova
Kosova
İslam Birliği
Serdivan
Recep
Aco’nun Hikâyesi
Urime
Pavaresia e Kosoves
Nasıl
bir ülke
Zincirden
kolyeler
Başbakan’i
dinlerken
CHP
ve MHP üzerine
Bosna
ve Alija
Şah
ve piyonlar
Cumhur’un
cevabı
SAÜ
Rektörü Sn. Mehmet Durman’a Açık Mektup
Akıl
Tutulması
Uludağ
Zirve notları (II)
Uludağ
Zirve notları (I)
Filistin
Maden
Deresi
Kutsal
İttifak
Susma
Vakti…
“Edeb,
ya Hu”!
Sapanca
Şiir Akşamları
Başbakan’ın
Kosova seferi
Paradoks
ülkesi…
Aynadaki
yüz…
İkiyüzlü
Fransa
Öfke
Medeniyeti
SAYFA
BASI
|