|
GENİŞ
AÇI
Hayrettin Çakmak
|
|
hayrettincakmak@hotmail.com |

İkinci, yirmiyedi, beşinci
Cuma
Çok partili siyasal sistemimizde yapılan ya da yaptırılan
darbe/muhtıra gibi antidemokratik müdahalelerin tamamı Cuma
günlerine denk getirilmiştir.
(27 Mayıs 1960,12 Mart 1971,12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve
27 Nisan 2007)
Türkiye bu günlerde ikinci yirmiyedi tarihini yaşıyor!
Her müdahale sonrası gerekçe ve meşruiyet tartışması
yaşanmıştır fakat hiçbir zaman sınıfsal düzeyi ciddi bir
entelektüel sorgulamaya tabi tutulmamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı’nın külleri üzerinde
inşa edilmiştir. İstanbul bürokrasisi bilahare yeni devlet
içinde yerini almada çok gecikmedi. Her ne kadar monarşiden
cumhuriyete geçmiş olsak da, bazı temel alışkanlıklar
zihinlerde devamlı olarak pratik alan aramıştır.
Öyle ki bütün dünya ile tezat teşkil edecek derecede
yapılanmalar oluşmuş, batıdaki sağ tanımına uyan eylemler
bizde sol kanat/sol olduğunu iddia edenler tarafından
sergilenmiştir.
Osmanlı döneminden gelen iki kanattan biri, İttihat ve
Terakki, Halk Fırkası
(10 Kasım 1924 Cumhuriyet Halk Fırkası, dördüncü kurultayda
da CHP adını almıştır)
ve 27 Mayıs’a uzanan takvim. Bu çizgi/bu yapılanma
Atatürk’ün sağlığında yeni devlet için oturtmaya çalıştığı
ilerlemeci değişim ve devrimler süreci hariç tutulduğunda
“devletçi seçkinci” bir dünyayı işaret eder. Merkezcidir,
birinci önceliği devlettir, halk sonradan gelir. Atatürk
sonrası ise halk bir obje olmaktan öteye geçememiştir.
Böylesine bir devletçi yapılanma batıda “sağ” olarak
tanımlanır. Bu geleneğin temsilcilerinin batıcılığı da
tepeden inmeci ve dayatmacı olup batı modernizmiyle
sınırlıdır. Sonuçları itibariyle Atatürk’ün işaret ettiği
muasır medeniyet çizgisinden uzaktır.
Uzun bir zaman diliminde bu çizgi merkez güçleri elinde
tuttuğundan dolayısıyla devlete hakim olduğundan, yerine
gelenler ve gelecek olanlar da bu kadronun devamı
mahiyetinde olmuştur.
Bu nedenle darbeler hiçbir zaman devletçi seçkinci kesimin
sınıfsal çıkarlarına zarar vermez/vermemiştir. Hatta bu
kesim demokratik trendin yükseliş gösterdiği anlarda
kaybeden olduklarından, darbelerde kaybettiklerini kar payı
ile geri alırlar.
Türkiye’de sağ diye nitelenen yapılanma aslında sol bir
refleks/tepki çizgisinde hizalanır. Merkeze karşı bir
başkaldırı söz konusudur. Osmanlı döneminde özellikle son
dönemlerde saltanat bürokrasisi, halktan bir hayli kopuktu
ama batı modernizmine de özen gösteren bir yapıdaydı ve tek
partinin milli şeflik dönemi uygulamaları halktan kopuk bir
sürecin iki ayrı kilometre taşlarıdır. Özetle, jakoben ve
dayatmacı merkeze karşı Demokrat Parti’nin seçim zaferi bu
yönüyle bir halk hareketi ve sol olarak tanımlanacak bir
reflekstir. Sürecin devamında Adalet Partisi, Turgut Özal’ın
Anavatan Partisi ve Ak Parti, çevreden merkeze taşınmanın
adresi olmuştur.
Dikkat edilirse, yapılan bütün antidemokratik müdahalelerde
iş başında Türkiye’deki tanımıyla sağ partiler vardır.
Nedeni de, bütün dünyada merkeze karşı sol diye nitelenen
refleksler ya bu partiler tarafından bizzat ya da bu
partiler döneminde toplumsal boyutta gerçekleşmiştir.
1946 yılından bu yana tek başına iktidar olamayan CHP ne
zaman devletçi seçkinci görüntüsünden uzaklaşıp çevreye göz
kırptıysa seçimlerden birinci parti çıkmıştır. Ecevit bu
başarıyı yakalarken çıkış noktası olarak “Türkiye’de
ilerlemeci atılımların sadece tepeden yapılan
değişikliklerle olamayacağını ekonomik gücün de yayılması/el
değiştirmesi gerektiğini ileri sürüyordu”
(Yukarıdaki paragraflarda gelenek ve Ecevit’in açılımı ile
ilgili tespitlerde İdris Küçükömer’den alıntılı Ertuğrul
Günay’ın yorumlarından yararlandığımı belirtmeliyim)
Osmanlı’dan günümüze gelenekte ve temsilcilerinde hiçbir
değişiklik yoktur. Bu günlerde Cumhurbaşkanı’nı halk seçsin
tezine karşılık, halka güven duymayan devletçi seçkinci
kesim karşı çıkmaktadır. Çünkü bu yapılanma içinde oldukları
sürece, hiçbir zaman halk, onların isteklerine uyan bir
Cumhurbaşkanı seçmeyecektir.
Zaten halka güvenmedikleri içindir ki, bu geleneğin
temsilcileri egemenliği/halk iradesini (bir yere kadar
dercesine) belli mekanizmalarla kontrol altına almıştır. Her
ne kadar 1961 Anayasası 1982 Anayasası’na göre daha
özgürlükçü gözükse de, egemenliğin kullanımı halkın/halkın
meclisinin elinden alınmıştır. Oysa Atatürk’ün 1924
Anayasası’nda, egemenliğin kullanımı tamamen Millet
Meclisi’ndedir. Burada ileri sürülen gerekçe ne olursa
olsun, demokrasilerde bu gerekçelerin hepsi aşılır. Zaten en
önemli gerekçe Demokrat Parti’nin son dönemlerindeki
antidemokratik uygulamalarıdır. Oysa bunun kat kat fazlası,
‘tek parti’ döneminde yapılmıştır.
Ama darbe, Demokrat Parti’ye karşı yapılmıştır. Çünkü DP,
devletçi seçkinci kesimi temsil etmiyordu.
1961 Anayasası, meclisi denetlemek için darbecilerin tabii
üye olduğu senatoyu getirmiştir. Yasama, Anayasa Mahkemesi
ile, yürütme Danıştay ile kontrol altındadır. Kısaca
bürokrasi egemenliğin kullanımına ortak edilmiştir. İşin en
önemli yanı, 1961 Anayasası’yla
bürokratik yönetim geleneği önceki duruma kıyasla daha fazla
sağlamlaştırılmıştır.
Bu olumsuz gelişmeler, 1950 seçimlerinde çevrenin merkeze
galip gelmesinden kaynaklanmıştır. Takip eden süreçte, 27
Mayıs ve 1961 Anayasası ile Türkiye’de birinci sınıf bir
demokrasiye gidişi engellemenin radyal temelleri atılmıştır.
Üstelik hiç sıkılmadan, 27 Mayıs’ı ‘hürriyet ve anayasa
bayramı’ olarak kutladık (!) İşin gerçeği, biz darbeyi
alkışladık. Solumuzda sağımızda darbeleri iyi darbe, kötü
darbe diye kategorize ettik ve sahiplendik.
Eğer Türkiye’de demokrasi istiyorsak; demokrasi sözcüğünün
önüne sadece “birinci sınıf” diye bir ek koyabiliriz. Çünkü
demokrasi sadece bir sandık meselesi değildir. Totaliter
liderlerde sandıktan çok yüksek oylarla çıkmışlardır.1982
anayasası da yüzde doksan iki oranında kabul görmüştür
sandıkta. Ama eski Yargıtay başkanı Sn. Sami Selçuk görev
başındayken bu anayasa butlandır demiştir. Demokrasi
bilinçlere yerleşip davranışlara yansımadıkça hangi
düzenlemeleri yaparsanız yapın demokratik bir ülke
olamazsınız. Ne yazık ki bizim ülkemizde hala antidemokratik
müdahalelere meşruiyet kazandırma pahasına “militan
demokrasi” tezleri tartışılıyor. Militer bir çağrışımın
olduğu yerde demokrasiden söz etmek tutarsız olduğu kadar
bana komik de geliyor. “Acı şeker” olabilir mi diye
düşündüğümü itiraf etmeliyim.
Şimdi neyi tartışıyoruz?
Milli irade, egemenliğin kullanımı, hukukun üstünlüğü.
“Egemenliğin kullanımı denetlenebilir mi?” sorusuna
“denetleyen her kimse, egemen olan da o dur” demekten başka
doğru yanıt seçeneği bulamıyoruz.
‘Herşey hukuk içinde yapılmıyor mu?’ tezine karşın, ‘kanuni
olan herşey, hukuki değildir’ teziyle karşılaşıyoruz.
Yargı bağımsızlığı esas olmalıdır ilkesi, yargının
siyasallaştığı suçlamaları ile lekelenmektedir.1961’den
bugüne, önemli kararlar hep tartışma konusu olmuştur.
Hukukun üstünlüğünden, hukukçunun üstünlüğüne, yargı
oligarşisi dolayısıyla bir yargıç devletine doğru gidişi
eleştiren tartışmaların içinde kendimizi bulmamızın nedeni
budur.
Tabii ki geldiğimiz nokta itibariyle, Türkiye’nin hedefi
ileri demokrasiyi yakalamaktır. Bunun için de, son günlerin
moda deyimiyle sözde değil özde demokrat tepkiler
vermeliyiz.
Bunun için de, işporta siyasetin terk edilmesi gerekir.
Böyle bir tanım getirmemin nedeni: son olayda Bakanlar
kurulu muhtıraya karşı dik ve demokrat duruş sergilerken,
Anavatan Partisi ve Doğruyol Partisi genel başkanları,
belediye zabıta ekiplerini görünce, tezgahını sırtlayıp
kaçan seyyar satıcı görüntüsü verdi bana. Ana muhalefet
Partisi genel başkanının görüntüsü ise bende şu hissi
uyandırdı Sanki “ben falancanın yeğeniyim, tanıdığıyım” der
gibiydi.
Bu yazımı biraz da ironik ifadelerle bitirmek istiyorum.
Herkes topa doğru ayakla vurmalı. Çünkü solumuz; sol
gösterip sağ vuruyor, sağımızda sağ gösterip sol vuruyor.
Sonuçta demokrasimiz gol yiyor.
17.05.2007
SAYFA
BAŞI
Yazarın diğer yazıları:
İkinci
yirmiyedi, beşinci Cuma
1070
Rakımlı Tepe
Memleketimden
vehim manzaraları
İmralı’daki
Serçe
Kabuk
Bağlatılmayan Zırvalar
Gençliğim
Eyvah
Kabuk
Bağlatılmayan Zırvalar
Konfeti
Demokrasi
Ya
İstikrar ya Seçim
Padişahım
çok yaşa
TİRYAKİLİK
Siya
Viya
SAYFA
BASI
|
|
|