DOSTCA
Halil
Gülel
|
|
halilgulel@t-online.de
|
KİM ATEŞLİYOR BU FİTİLİ
Dünyanın bir yerinde bir deli, bir taş
yuvarlıyor; onu kırk akıllı çıkaramıyor. Kırk akıllının, bu
taşı çıkarmak için çektiği sıkıntılar, arada meydana gelen
üzücü olay ve kazalar, suçsuz yere bir çok kişinin zarar
görmesi ve insanların yüreklerine, vicdanlarına açılan
yaralar; yüz yıllarca süren bir zaman zarfında
kapanmamaktadır. Biraz önce bahsettiğimiz atasözümüzde olduğu
gibi Danimarka’da bir basın organının, Hz. Muhammed’e hakaret
etmek kastıyla yapılan karikatürleri yayınlamasıyla başlayan
olaylardır.
Müslümanların tepkisi geldiği zaman; Danimarka
başbakanı Rasmusen, ve gazete yetkilileri “basın özgürlüğü”
maskesini kullanmayı yeğlemişlerdir. Basın özgürlüğü maskesini
kullandıkları zaman milyarlarca Müslümanın yüreğinde açmış
oldukları yaraları görmezlikten gelmişlerdir. Böyle bir
savunma aslında başkasıyla alay etmenin veya başkasını
suçlandırıp; ona hakaret etmenin, büyük bir insanlık ayıbı
olduğunu pek iyi bilirler. Bilirler ama yine de söz konusu
İslam ve Müslümanlar olunca yapmaktan geri kalmazlar. Çünkü,
zayıf görüneni ve baş kaldıracak olabilir bir duruma geleni
ezmek onların sömürgeci günlerinden kalan bu viruslar
genlerine işlemiştir. Bir de Müslümanlara karşı bitmeyen bir
kinleri vardır ve çeşitli zamanlarda öyle veya böyle zuhur
edip ortaya çıkar. Bu kini her türlü vasıtayla kamufle edip,
değişik tarzlarda gün yüzüne çıkarırlar.
Bu ve buna benzer konuları konuşurken,
sakalını sacını insanlık meseleleriyle ağartmış olan Arslan
Güngörmüş dede yanımıza geldi. Selam sabahtan sonra yerine
oturdu. Bu arada bir çay ısmarladık. Edep gereği yaşlımıza
olan hürmetten dolayı sohbetimizi kesmiştik. Arslan Güngörmüş
dede, şöyle bizi süzdü. Bizleri düşünceli görünce konuştuğumuz
konuyu merak etmişti. Durumu kısaca ona da izah ettim. Bir
müddet ufukta bulunan dağlara baktı baktı ve ardından da
sakalını okşadı. Yılların ızdırabıyla rengi solmuş olan
dudaklarını aralayıp;
“En iyisi, siz bana sorunuzu sorun. Ben de bildiğim kadarıyla
sizlere cevap vereyim” dedi.
Bizler birbirimize baktık. Yani ilk soruyu kim
soracak diye gözlerimiz konuştu. Daha sonra da tam Arslan
Güngörmüş dedenin karşısında oturan öğretmen Kemal beyin
arkasındaki kırbekçisi Duran’ın sesi işitildi.
“Danimarka’daki olayların sebebi nedir?” dedi.
“Bu sorunun cevabı gayet açıktır. Yalnız biraz
beynimizi çalıştırarak; tarihi boyutuna bir göz atalım
diyorum. Avrupalı ile Müsümanlar arasında vuku bulan kökü bin
yıllara dayanan bir zihniyettir. Bu zihniyet Haçlı
zihniyetidir. Müslümanları redetme zihniyeti olan bu
düşüncenin yaklaşık bin yıla yaklaşmasına rağmen hâlâ
beyinlerde kalıntıları vardır. Papa II. Urban ve papaz
Piyerlermit’in yaktığı bu düşmanlık ateşi; milyonlarca insanın
canına, malına mal olmuştur. Papa II. Urban, Hıristiyanlık ve
özellikle de Doğu Kilisesi karşısında genişleyen ve kendisi
için de bir tehlike olacağını düşünerek; bu meseleyi kilisenin
sorunu haline getirmiştir. Bizans İmparatorluğu’nun merkezi
olan Kostantinopol yakınındaki ve üçüncü konsilin merkezi olan
İznik’in Süleyman Şah vasıtasıyla Selçukluların eline
geçmesini hazmedememiştir. Hele İznik’in Anadolu
Selçuklularının başkenti olması, adeta onu ve papazlarını
çileden çıkarmıştır. İlk Haçlı Seferi bu niyetle başlamıştır:
Müslümanları (Türklerin) eline geçen toprakları tekrar geri
almak ve onları geldikleri yere sürmektir. 1918 de imzalanan
Sevr antlaşmasının altındaki gizli kalan anlayışta budur:
Yani, Türkleri Anadolu’dan öyle veya böyle çıkarıp, onları
aynen Mogollar gibi Orta Asya’ya sürmektir. Bu amaçlarına
ulaşabilmek için bu tarihten itibaren İslam’a ve Türklere hep
olumsuz bakılmış, önyargılı ve maksatlı bilgiler devamlı
kilise ve sözüm ona bilgin geçinenlerce masum halka
zerkedilerek, hür düşünce katledilmiştir. Bu yolda her türlü
önyargılı davranış, Türklere ve Müslümanlara karşı her türlü
kalleşçe davranış bilimsel, ahlaki ve mübah sayılmıştır.
Bu sefer öğretmen Kemal bey, Arslan Güngörmüş
dedenin sözünün bittiğini farketti ve tane tane şunu sordu:
“Danimarka’daki karikatür olayının tarihi
boyutu, Haçlı Seferlerinin beyinlerde kalan tortusu mu demek
istiyorsunuz? Sizce Haçlı Seferi devam mı ediyor?” dedi.
Arslan Güngörmüş dede sağ elini masanın
üzerine koydu. Bir süre düşündü.
“Bir nevi de devam ediyor denebilir. Buna
rağmen farklı noktaları da vardır. Nedir o farklı noktaları
diyecek olursak; o zaman ki Avrupa, bilim, teknik ve güç
bakımından İslam ülkelerinin fersah fersah gerisindeydi. Aynı
zamanda bütün her yer kilisenin emrinde, halkta kara bir
cahiliyet, sözüm ona bilgin geçinenlerinde de müthiş bir
yobazlık vardı. Kilise farklı düşünen insanları yerine göre
aforoz ederek, bazen de yakarak ve cehennem ile korkutarak tam
hakimiyeti altına almıştı. İlk Haçlı seferleri esnasında, halk
veya savaşa katılanlar; öldürmeye geldikleri Müslümanların her
yönden ne kadar ileri bir hayat sürmekte olduklarını gördüler.
Bu fikirlerimizi, Fransızların “Şanşöl de Antiyokum” destanına
baktığımızda görebiliriz. Aç kaldıklarında Türk askerlerini
pişirip yiyiniz diyen bir papazı dinleyen Fransızlar, bu
seferler esnasında otuzbin Türk esirini yediklerini bu
destanda belirtirler. İsteyen o kaynağa müracaat edebilir.
Kendileri ise büyük yığınlarla gelmelerine rağmen;
Müslümanlardan ne kadar geri durumda olduklarını bizzat
yaşayarak farkettiler.
Bu savaşlar esnasında Müslümanları kin
duymamasından yararlanarak; onlardan bilime ve tekniğe ait bir
çok şeyleri öğrendiler. Bu öğrenmiş olduklarını kendi
ülkelerine taşıdılar. Aynı konuları tekrar işleyerek; güya
mucit gibi ortaya çıkıp, kendilerini başlangıç ilan ettiler.
Sosyal ve kültürel gelişmenin örneklerini de alarak, onları
Hıristiyanlık içinde yeniden vücuda getirdiler. Toplumu, sanat
ve dinsel alandaki örgütleri olan tarikat sistemlerine
Hıristiyanlık içinde yeni bir kisve ile ortaya koydular. Gazi
- derviş fütühat ve Ahilik örgütleri; Malteser – Sen Jean
Şavolyeleri, Cizvit, Frankistaner, Caritas gibi isimler
alarak; ilk başlarda Türklere karşı savunma, daha sonraları da
döktükleri kanların üstünü örterek sözüm ona “barış” hizmeti
veren ve insanları verdikleri hizmet karşılığı
Hıristiyanlaştırmayı gaye edinen birer “misyoner” kuruluşları
oldular.
Bilimde ise başta Endülüs ve diğer İslam
beldelerindeki medreselerde eğitim gördüler. Bu medreslerdeki
hür eğitimden yararlandılar. Aynı dönemlerdeki İslam
ülkeleriyle Avrupa’yı kıyaslayacak olursak; akıllara durgunluk
verecek farklılıklar görülür. Bir yanda ilim tahsil etmek
serbest ve teşvik ediliyor, bir yanda ise tahsil edilecek
ilmin kilise ile çatışacağını düşünen papalık ve onun elindede
“aforizma” silahı var.
Şu anda ise “Medeniyetler Çatışması” diye
ortaya atılan fikirlerin konuşulduğunda, İslam ülkelerine bir
bakacak olursak, karşımızdaki tablo pek iç açıcı değildir.
İslam ülkeleri birbirine düşman mezhepler, tarikatler, idari
ve siyasi sistemlerle dilim dilim bölünmüştür. Bir Müslümanın
beyaz dediğine, sırf kendi cemaatını elinde tutup o insanları
sömürebilmek için diğeri siyah diyebilmektedir. Hatta
yanındaki gayri Müslüm ülkeyle, barış ve dostluk içindeyken,
aynı dile, aynı ırka ve aynı dine mensup olan İslam
ülkeleriyle savaşmaktadır. Bu ülkelerdeki idareciler; ya
dışarıdan ithal edilmiş, ya da beyinleri, elleri siyasi veya
ekonomik olarak bir yerlere mahkumdur. En azından bir ortak
noktaya gelebilme yeteneklerini bazıları yitirmiştir.
Birbirlerinin başına gelen doğal felaket veya diğer olumsuz
işlerden dolayı buz gibi hissizleşmişlerdir. Yani bir nevi
çobansız bir sürü gibidirler.
Haçlı Seferlerinin başladığı dönemlerdeki
Avrupa’ya bir göz atarsak; tek bir kilise vardır. Bu Katolik
kilisesi her yere hakimdir. Roma’da oturan Papa, İngiltere
dahil neredeyse bütün Avrupa’ya sözünü geçirebilmektedir.
Kilisenin sözü her yerde etkisini göstermekte ve insanlar aklı
ve hür düşünceyi katlederek; körü körüne bir inançla Papa’ya
sadıklardır. Artık papaların inancı onların inancıdır. Çünkü,
Papa, (ve papazlar,) affedebilen, azledebilen, isterse cennete
gönderebilen, isterse cehennemi bu dünyada yaşatan, halkın en
mahrem noktalarına kadar nüfus eden bir gücü elinde
bulundurmaktadır. Bundan dolayı bir çok Papa ve papaz,
hertürlü yobazlığı ve başka dinlere hakaret ve düşmanlığı
adeta bu cahil halkın genlerine yerleştirmiş ve bu hasmane
tutumu haskın üstünde bir baskı unsuru, adeta din noktasına
getirmiştir. Bu çağdaki komşu olan devlet veya devletçikler
kendi aralarında savaşsalar da; Papa’nın veya diğer din
adamlarının birleştirici emirleri karşısında itaat etmek
mecburiyetindeydi. Bu durum “Reform” hareketlerine kadar
sürmüştür.”
Üç günlük sakallarını tırmalarcasına kaşıyan
diplomasız mucit Hasan Hüseyin Orman, oturduğu sandalyede
biraz doğrularak;
“Peki, bu duruma İslam ülkeleri nasıl düşmüştür?” diye sordu.
Sağ ayağının ucuna bakarak bir süre düşünen
Arslan Güngörmüş dede, ortalıkta amerikan savaş uçağı gibi
cirit atan bir karasineği eliyle uzaklaştırdı. Sonra da yine
tane tane konuşmaya başladı.
“Sevgili Peygamberimizin tebliğ ettiği ilahi
buyruk; “iman, aşk, akıl ve bilim” kıstaslarını ön plana
çıkarır. İman aşkla kabuldür. Akıl bu imanı kuvvetlendirir ve
kabul ettiği imanı isbat ettiği bilimle destekler. Şehirlisi,
köylüsü, çiftçisi, göçebesiyle İslam dairesine giren bu ilk
Müslümanlar; aşkla iman ettiler, Allah’ın ilk emrine uyarak;
bilim ve teknikte akıllarını yorarak bir hayli mesafe aldılar.
Dünün bedevileri dahi coğrafyadan tarihe,
matematikten astronomiye, siyasetten edebiyata bilimsel
çalışmalar yaparak hayatlarını değiştirdiler. Hatta tarih
sahnesinden çekilmiş olan milletlerin bıraktığı eserleri dahi
tercüme ederek; onları tekrar bütün insanlığın hizmetine
sundular. İş böyle olunca da Orta Asya’dan Endülüs’e Fransa’ya
kadar ulaştılar.
Belki bu gelişme çok geniş bir alana hizmet
edebilirdi. Fakat, İslam beldelerini harap edip viraneye
çeviren, milyonlarca insanı katleden adeta aç çekirge
sürülerine benzeyen iki hadise oldu. Bunlardan ilki Haçlı
Seferleridir ve hâlâ öyle veya böyle devam etmektedir.
İkincisi ise Cengiz Han ve Moğol sürülerinin vahşet ve
istilalarıdır. Artık bu gün bir Moğol tehlikesinden bahsetmek
gayet lüzumsuzdur. Ama Haçlı zihniyeti değişik isimlerle
değişik asırlarda hep gündemde kalmıştır. Direkt bu ismi
kullanmayan Haçlı zihniyeti bir asırda; kolonicilik –
sömürgecilik, emperyalizm gibi isimler almıştır. İslam
Beldeleri ve diğer mazlum yoksul halkların ülkeleri,
Avrupalılar tarafından istila edilerek; toprakları, her türlü
varlıkları, tarihleri, kültürleri, insanları, vicdanları,
inançları parça parça edilerek sömürülmüş ve karşı gelenlerde
acımasızca katledilmişlerdir. Sömürgecilik Afrika’da ve diğer
bölgelerde açık ve gizli olarak hâlâ sürmektedir.
Sözün hülasası; İslam ülkelerinde akıl
kullanılmadan nakle önem veren bir zihniyet gelişmiş, bilim ve
teknik terkedilmiş, bilim olarak sadece manevi ilimler
zikredilmiştir. Bütün insanlığın ortak malı olan bilimsel ve
teknik gelişmeler, kendileri dışında birisi tarafından
bulunduğu zaman “gavur icadı” diyerek rededilmiştir. Yobazlık
had safhaya ulaşmış ve kültürel gelişme sağlanamamıştır.
Toplum ve bilimsel düşünce kendisini yenileyemediği için
kurumlaşamamıştır ve bu yüzden de rekabet gücünü yitirmiştir.
Ellerindeki ticari imkanları yitirince, güç dengesi de
bozulmuştur. Sanat ve zenaattan uzaklaşıp, bunları dahi başka
azınlık mensuplarına kaptırmışlardır. Sözün kısası ne ticaret
yapıp maliyeye sahip olmuşlar, ne de bilimsel gelişmelere ayak
uydurup yeni icatlardan yararlanabilmişlerdir. Haberleşme ve
iletişim araçlarını da kaptıran İslam dünyası, içine kapanınca
siyasette de söz sahibi olamamıştır. Ama yeni nesil bütün bu
noktalarda yenilenmektedir ve artık dünya siyasetinde ağır
ağır söz sahibi olmaya başlamaktadırlar. İşte bu da, Avrupa ve
aynı düşüncede olanların iktidarları elden gideceği korkusuyla
uykularını kaçırmaktadır. Her yönüyle bir hayat tarzı ve
alternatif olan İslam, hızla kutuplaşmakta olan dünyada
taraflardan birisinin yanında mı alacak, yoksa o devlerin
kapışmasında seyirci mi olacaktır? İşte mesele buradadır.”
Bu sefer soru sormak için ben ortaya atıldım.
“Şu anda dünyamızda sizce bir kutuplaşma mı
var? Bu konuda bize bilgi verebilir misiniz?” dedim.
Arslan Güngörmüş dede, tebessüm ederek; senin
haberin yok mu? der gibi bana bakarak gülümsedi. Ben de bu
durum karşısında utandım ama bilmemiz de gerekli diye
düşündüm.
“Evet! Emperyalist Sovyetler Birliği’nin tarih
sahnesinden çekilmesinden sonra strajik değeri artan ve azalan
ülkeler ve bölgeler oldu. Moskova’daki dayısına güvenerek
ülkesindeki azınlıklara yapmadığı eziyeti bırakmayan yavru
canavarlar kuzulaştı. Bütün hayatını “Kızıl Cennet” için feda
eden bir çok komünist ve sol görüşlü insanlar, ideolojilerinin
iflas etmesi sonucunda boşluğa düştüler. Depresif bir hal
alarak adeta saman alevi gibi yok oldular ya da bir başka
girişimin içine renk değiştirerek katıldılar. Sovyetler
Birliği’nin her türlü emperyalist amacını denediği Türk
ülkeleri ortaya çıkınca, dün “Esir Türkler” denince büyük bir
rahatsızlık sergileyenler, adeta bukelemun gibi renk
değiştirerek en keskin “Türkçü” kesilip, “Adriyatik’ten Çin
Seddi’ne kadar Türk coğrafyası ve Türk Asrından” bahsettiler.
Ya dünyada neler oldu. Amerika Birleşik
Devletleri tek süper güç olarak kaldı. Artık dünyanın
jandarması da ağası da, kanun koyucusu da o idi. O ne derse; o
olmalıydı. O da bunları “demokrasi” ve “insan hakları”
kılıfıyla yapıyordu. Bu iki kategorinin hangisine kendisi
uyuyordu. Bu da tartışma götürürdü. Hafiften hafife onun
karşısında gölgeler belirmeye başladı. Önce Asya’daki devler
kendi gölgelerini hissettiriyorlardı. Bunun yanında da
Avrupa’da özellikle iki ülkenin başını çektiği bir güç
noktası, ara sıra yerlere kadar eğilerek dik kafalıkta
yapıyorlardı.”
Bu arada kahveci Recep, yerinden kalkarak, şu
soruyu sordu.
“Kim bu Avrupa’da dik kafalık yapan ülkeler?”
Avrupa ülkeleri son yüzyılda dünyayı iki defa
dünya savaşı çıkararak kana bulamıştır. Dünyanın sömürülmesi
konusunda kendi aralarında çeşitli plan yapan bu ülkeler,
bazen paylaşımdan memnun olmayanlar, işi silaha dökmüşlerdir.
1914’de başlayan bu savaşlar, neticesinde Fransa, müttefikleri
ve A. B. Devletleri tarafından esenliğe çıkarıldı. Aynı durum
1939’da başlayan İkinci Dünya Savaşı’nda yine Almanların
elinden; A. B. Devletleri tarafından kelimenin tam anlamıyla
kurtarıldı. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere
tarafından kurtarılan Fransa, adeta bu duruma teşekkür edip
minnet duyacağına; her fırsatta A. B. Devletlerine açık veya
gizli cephe aldı. Avrupa Birliği’nda dahi İngiltere’den ziyade
devamlı savaştığı Almanya ile yakınlaşmayı ve bir eksen
meydana getirmeyi yeğledi. En üst kesimdeki siyasetçileri bunu
çeşitli Nato veya diğer üst kesim toplantılarında bazen açık,
bazen de örtülü olarak yaptılar ve yapmaktadırlar.
Ya Almanya, iki defa İngiltere ve A. B.
Devletleri tarafından dize getirilmesinin acısını her zaman
yüreklerinde hissetmektedirler. Heinrich Böll’ün “Bir çok Nazi
subayı veya taraftarı, savaşı yitirdikleri zaman, bir gece de
sosyal veya hıristiyan demokrat oldular.” Derken; Almanların,
ellerine fırsat geçince; en ateşli Amerika Birleşik Devletleri
taraftarının bile bir gece de anti amerikan olacağına işaret
etmektedir. Görüştüğümüz konuştuğumuz yüksek seviyeli
Almanların, İkinci Dünya Savaşı ve Yahudi Soykırımı
konusundaki suskunluklarına karşı ağır ağır ses
çıkardıklarını, hiç değişmeyen “ırkçı” zihniyetlerinden
anlıyoruz. Dün, “Yahudilerden alış veriş yapma!” (Kauf nicht
von Juden) anlayışı, bu gün ülkede yaşayan Türklere; (Red
nicht Türkisch) “Türkçe konuşma!” diyerek yansıtmaktadırlar.
Bence bu iki tavrında hiç bir farkı yoktur: Çünkü, dünkü
Yahudi, Çingene kırımı da böyle başkasına hakaret etmekle ve
yasaklar koymakla başladı.
Avrupa’da bu iki ülkenin başını çektiği bir
kutuplaşma mevcuttur. Her ne kadar bu durumu hissettirmemeye
çalışsalarda, bazen bu durum sezilmektedir. Bence Türkiye’nin
Avrupa Birliği yolundaki gizli engellerden en büyüğü budur.
Eğer Türkiye, A.B.D ve İngiltere’ye yakınlaşsa, Avrupa’da adı
geçen ülkeler ve onlarla birlikte hareket eden diğerlerinde
hemen “anti Türk ve Türkiye” yayınları, siyasilerin demeçleri
dikkati çeker. Burada da kılıf hazırdır: Nedir içine
gizledikleri kılıf? “Demokrasi, azınlık hakları, sözüm ona
yabay azınlık yapılan toplumların ana dil meselesi, teröre
bulaşmış ve yüzlerce kişiyi katletmiş olanlara dahi hürriyet
ve insan hakları” dayatmaları gözden kaçmamaktadır. Türkiye’de
Kürtçe, Lazca ve diğer ana diller konuşulsun, yazılsın,
öğrenilsin hatta resmi dile eşit duruma getirilmesi isteyen,
dayatanlar; kendi ülkelerinde yaşayan Türklerin ana dilini
yasaklama, onların kimliklerini inkar edenler adeta
birbirleriyle yarışmaktadırlar. Hâlâ Yunanistan Batı Trakya ve
Güney Mekodonya – Rodop bölgesinde yaşayan Türklere, nasıl
insanlık dışı davranmaktadır. Fakat, bu konuya hiç bir Avrupa
Birliği ülkesi ses çıkarmamaktadır. Kendileri RAF (Kızıl Ordu
Teröristlerini) yattıkları hapsenede enselerine kurşun sıkarak
öldürmeyi (sözüm ona intihar ettiler yakıştırmasıyla)
geçiştirenler, tüyü bitmedik bebekleri ve ışık götüren
öğretmenleri öldüren teröristleri, elçiliklerinde saklamakta,
onları besleyen kaynakları ya desteklemede, ya da görmezlikten
gelmektedirler. Hatta o teröristleri ve terörü destekleyen
yayınları “basın hürriyeti” adına göz yumup, korumaktadır.
Türk başbakanı bu tepkisini Rasmusen’e bildirince; adeta yavuz
hırsızın ev sahibini bastırması gibi “hoşgörüsüz” olarak
nitelendirilmiştir.
Dünya enerji kaynaklarını Rusya ve A.B.
Devletlerine kaptıran ve günden güne pazarları daralan bu
ülkeler, dün Saddam Hüseyin’in Halepçe’de kullandığı zehirleri
ve silahları satmaktan geri kalmamışlardır. Libya, Irak,
Kuveyt, Afganistan gibi bir çok Pazar bu gün el
değiştirmiştir. Almanya ve Fransa ekseni şu anda en güçsüz bir
kutuptur. Çin’den daha çok A.B. Devletleri eksenine yakındır.
Fakat, bazı şeyler bir gece de değişebilir.”
Bu arada uzun zamandır dinlerken bazı notlar
tutan yüksekokul öğrencisi Sabri, izin alarak şu soruyu sordu.
“Ya gölgesini ağır ağır belirtmeye çalışan
Asya’daki devler hakkında ne diyeceksiniz?”
Bir bardak suyunu içtikten sonra, sesini
ayarlayarak Arslan Güngörmüş dede yine söze başladı.
“Asya’da belirmekte olan gölge devler artık şu
üç devlettir. Rusya, Kızıl Çin ve Hindistan’dır. Bunların
ikisi yani Kızıl Çin ve Rusya, Birleşmiş Milletler
Teşkilatı’nın daimi üyesidir. Diğer üç üyenin ikisi A.B.
Devletleri ve İngiltere aynı kutuptadır ama Fransa, her zaman
bu kutbu destekleyecek anlamda değildir. Hatta ara sıra
Almanya’nın ve Japonya’nın da “daimi üyeliğe” alınması için
fikirler öne sürülmüş ve henüz gerçekleştirilmemiştir. Şayet
nğfus dikkate alınması gerekirse; Hindistan ilk sıradadır.
Fakat, ne yazık ki “daimi üyelerin” dördü Hıristiyan, Çin ise
Budisttir. Ne yazık ki atmışa yakın İslam ülkelerinden bir
tane dahi daimi üze yoktur.
Milyarı aşan nüfusuyla Çin, dünya patent
hakkını tanımamaktadır ve böylece hem üretimi, hem de dünya
ticaretini maliyeti ucuz mal satarak; Avrupa’da bir çok
işyerini sarsmıştır. Avrupa’da bir çok fabrikayı satın alan
Çin, kurmuş olduğu baskı düzeniyle devleti çok zengin duruma
getirip, diğer devletler ile rekabet edebilmesi için
kullanmaktadır. Yıllarca atom denemelerini Doğu Türkistan’da
Taklamakan Çölü’nde deneyen Çin’e, hiç kimse ses
çıkarmamaktadır. Yeterli atom silahlarına sahip olan Çin’i
daha fazla tehlikeli silaha sahip olan Rusya desteklemekte ve
aynı yolu kateden Hindistan’da atom silahlarıyla donanıp, bu
kutbu meydana getirmektedir. Demokrasi ve insan hakları
dayatmaları Çin’e ne yazık ki yapılmamaktadır.
Bu kutuba yaklaşan veya diğer kutuplarla
anlaşamayan bazı ülkeler, özellikle bu kutba doğru
itilmektedir. Bunların başında da bazı Orta Doğu ülkeleri
gelmektedir. A.B.Devletleri ile Çin’in başını çektiği her iki
kutupta, güçlerini ve birbirlerine göz dağı vermek konusunda
üçüncü dünya ülkeleriyle İslam ülkelerinde denemektedirler.
Bunun yanında enerji kaynaklarını ele geçirme de bu işin
çabasıdır. Pakistan, Afganistan ve Kırgızistan yoluyla Rusya
ve Çin arasında tampon bölge yapılmak istenmektedir. Turuncu
Devrim olarak Ukrayna, Gürcistan ve Irak bağlantıları da bu
yolun göstergesidir. Japonya ve Çin-Hindi bölgesindeki
şekillenmeler, Afrika ve Güney Amerika kıtasındaki ortaya
çıkan tablolar; bu kutuplar tarafından yazılan senaryoların
uygulanıp, hayata geçirilmesidir.
Birden yanımdaki Servet bey, dikkatle
dinlediği için gözlerini oğuşturduktan sonra, sorusunu Arslan
Güngörmüş dedeye sordu.
“Danimarka’daki karikatür olayının Asya’daki devler ile ne
alakası olabilir?”
Arslan Güngörmüş dede, gözlerini iri iri
açarak, tam hedefi onikiden vuran avcı gibi;
“İşte!” dedi “işin can alıcı noktası
burasıdır. İslam ülkeleri şu anda her kutuba da aynı uzaklıkta
sayılır. Bunların içinde safı belli olanlar Türkiye, Pakistan,
Ürdün, Suudi Arabistan, Kuveyt, Mısır, Fas, Tunus, Kırgızistan
gibi bazı ülkelerdir. Bunun yanında A.B.Devletleri eksenine
uzaklaşan veya karşı gelen ülkelerin başında İran, Suriye ve
bazı ülkeler gelmektedir. Karikatür meselesinde en önemli
nokta İslam ülkelerinin halkı ile siyasi idarecilerin arası
açılmasıdır. Milyarlarca müslümanın en çok sevdiği değerlere
bazı kişiler hakaret ederek, onların tepkisini ölçmekte ve
idarecileriyle halkın arasınında çatlaklıklar
getirmektedirler. Yani bu karikatür krizinde de oynanan oyun
budur.
Karikatürler A.B.Devletleri ekseninde olmayan
ülkelerde veya öyle görünen yerlerde yayınlanmıştır. Bu
ülkelerin siyasileri de “hakaret” ile “basın hürriyetini”
karıştırmaktadır. Uyguladıkları çifte standartı ile
“Yahudiler” hakkında yayınlanan karşı karikatür ve yayınlara
tepkisi “basın hürriyeti” gibi kılıfa sokmadan çok şiddetli
karşı çıkmışlardır. Biz ne Yahudiye, ne Çingeneye, ne
Müslümana, ne Hıristiyana veya bir başkasına yapılan hakaret
ve önyargılı fikirler, hasmane saldırıların hiçbirini
onaylamıyoruz ve böyle hareketleri şiddetle kınıyoruz.
Dikkatinizi çekerim; karikatür krizinde, bu karikatürleri
yayınlayan ülkelerin siyasileri, yetkilileri özür
dilemedikleri gibi, bu çirkin davranışlara devam edenleri
durdurmayı da düşünmemektedirler. Hatta karikatürler hakkında
tepki gösteren müslümanları suçlu görerek; onları “terörist”
göstermeye çalışmaktadır.
Bence bu karikatürlerin yayınlanması ve bazı
Avrupa ülkelerinin buna yataklık yapması, kutuplaşan dünyada
müslüman halkları bir kutba itmektir. Her ne kadar Danimarka
“basın hürriyeti” gibi sorumsuzca nedenlerin ardına sarılsalar
da, belki buna meydan verenlerin belki Çin, Rusya, Hindistan
kutbuyla veya başka bir provakatörün gizli amacıdır. Evet,
tepkimizi gösterelim ama bu insani ölçülerde, yasal ve düzgün
bir şekilde olmalıdır. Kırıp yıkarak, hele yakarak bir yere
varılmaz ve buna da İslam’ın özü karşıdır. Bir Müslüman,
kesinlikle hiç bir dine, o dinin mukaddeslerine, önderlerine,
peygamberlerine kötü söz sarfedemezler. Çünkü, Cenab-ı Allah,
mukaddes kitabımız Kur’an’ı Kerim’de bize bu durumu “Kimsenin
dini hakkında kötü söylemeyiniz, yoksa onlarda sizin dininiz
hakkında kötü söylerler” diye ikaz etmiştir. Misyoner
faaliyetleri olmadan dünyada özellikle yoksul bölgelerde hızla
yayılmakta ve bu durumda bazılarını rahatsız etmektedir.
Komünizm ve diğer sistemler gibi artık
kapitalizm de insanları mutlu edememekte, aileyi parçalayıp,
insanlığı yalnızlığa itmektedir. Batı uygarlığı da her yönüyle
çökmektedir. Bunu bizzat kendi siyaset ve bilim adamları da
raporlarında belirtmektedir. Ahlak, aile kurumu çökmüştür ve
ihtiyarlaşan nüfuslarıyla da yorgunlaşmışlardır. Buna karşılık
müslüman ülkeler ise genç nüfuslarıyla, enerjik ve atılgandır,
bilimsel çalışmalarda bir hayli yol katetmişlerdir. Artık
müslümanlar uygar olarak kendisini niteleyen Avrupa’dan moda
yerine bilim ve tekniği öğrenip, kendi ülkelerinde yaşamak
istemektedirler. Beyin göçü denen oluşum artık tersine
dönecektir. Bütün bunlara rağmen “ehli kitap” bize daha
yakındır ve öyle de olması gerekiyor. Bu provakasyonların
fitilini kim ateşliyor, akıllıca bunu iyi tesbit edip, ona
göre davranmamız gerekir. Mümkünse bizim dışımızda oluşan bu
kutupların hiç birine ne dahil olmalıyız, ne de ülkelerimiz bu
savaşacak kutupların savaş alanı yapmamalıyız. Ellerinde her
türlü korkunç silahları olan bu canavarlar kapışırken, bu
kutuplara katılmayanların bulunduğu bölgelere de olumsuz
etkileri olacaktır. İnşallah aklı selim kazanır da dünyamızı
böyle bir savaşa sürüklemezler. Aklı selimin de ilk şartı
kibirli, kindar, bencil düşünmemekten geçer ki, karikatür
krizi de bunun belgesidir. Sertlik veya şiddet devamlı daha
büyük şiddeti doğurur. Biz Müslümanlar kesinlikle şiddet
taraftarı değiliz, ama asla boynumuza da ip bağlanıp, esir
olarakta yaşayamayız. Aziz dostlar, bu günlük bu kadar
yeterli. Bana müsaade. Gitmem gerekiyor. Haydin Allah’a
ısmarladık.”
Dedikten sonra Arslan Güngörmüş dede yerinden
kalktı ve yanımızdan ayrıldı. O gittikten sonra ufka bakıp
dinlediklerimi tekrar zihnimden geçirip, konuşulanları
sindirmeye çalıştım. “Kim ateşliyor bu fitili?” deyip ben de
oradan ayrıldım.
Düsseldorf / 06.02.2006
halil@halilgulel.de
halil@t-online.de
www.halilgulel.de
SAYFA
BAŞI
Yazarın
diğer
yazıları:
Kim
ateşliyor bu fitili
Müşerref
Amca
DEMİR
DAĞ OLSA ZORLUĞUN
ANNECİĞİM
COŞUYOR
BU GÖNÜL
TÜRKÜN
DESTANIDIR ÇANAKKALE
Olgun
İnsan
İnsan,
güzellik ve yokluk
SAYFA
BASI
|