BAKIŞ
Mahmut Aşkar
|
|
mahmut.askar@t-online.de
|
Kavmiyetçilik,
Milliyetçilik, Ülkücülük
Her ne kadar diğer ideolojik akımlar gibi, bizdeki
din ve milliyet eksenli ideolojiler de Batı menşeli olsalar
da (Erol Güngör), ırk temeline dayanmayan bizim
milliyetçliğimiz, Batı’daki”Nasyonalizm” veya “Faşizm”in
karşılığı değildir ve olamaz da... Çünkü, sadece “Millet”
kavramı bizim düşünce dünyamız ve dilimizde en dar anlamda
kavim, kabile ve taife’den başlar, İslâm’a mensup bütün
milliyetlerin tamamına (ümmet) verilen ada kadar gider. İllâ
da bizim lügatimizdeki “milliyetçilik”in Batı dillerindeki
karşılığı aranacaksa, bu ancak “Patriotismus/vatanseverlik”
olarak karşılık bulabilir.
Bugünlerde yine Soğuk Savaş Dönemi’nden kalma, hayli de
politize edilmiş “milliyetçilik” kavramı üzerinden hararetli
tartışmalar yapılmaktadır. Türk Milliyetçiliği’ni bir dünya
görüşü (ideoloji) olarak benimsemiş, kendine göre onu ete
kemiğe büründürmüş bir gençlik hareketinin içinden gelen
biri olarak, yapılan tartışmalar elbette bizi de yakından
alakadar ediyor. Aradan çeyrek asra yakın bir zaman
geçmesine ve hem dünya hem de Türkiye şatlarında devrim
niteliğinde değişiklikler meydana gelmesine rağmen, zaman
tüneline takılıp kalmış bir milliyetçilik anlayışına
sarılanlar kadar saldıranlar da, ciddiyet ve
inandırıcılıktan uzaktırlar.
Aynı ırktan gelmiş olsalar dahi, millet şuuruna varamamış
kapalı toplumlarda soy-sop, sülalecilik, aşiret veya
kabilecilik, çağdaş, açık toplumların milliyetçilik
anlayışının yerine geçer. Kendi çocukluk dönemime ait köy
hayatımdan aktardığım yukarı mahalle ile aşağı mahalle
arasındaki çekişme (M. Aşkar, Toplum Raydan Çıkarken),
dünyayı kendi köyünden ibaret gören bir kapalı toplum
kabileciliğine tipik örnektir. Şimdi aynı köyün çocukları
kadar büyükleri de, benim çocukluk dönemimden fersah fersah
ileri seviyede, kendi dar kalıplarını kırmış bir ülke ve
dünya algılamasına sahipler. Onlar için de, dünyayı
neredeyse bir köy kadar küçülten yaşadığımız çağda kavim
kabileciliğe, aşağı veya yukarı mahalleciliğe itibar etmenin
devri çoktan kapanmıştır. Dünün kapalı toplumunda
milliyetçiliği sülalecilik, kabilecilik seviyesinde idrak
edenler, bugün millet olma şuuruna erişebilmişlerdir. Buna
karşılık milliyetçiliği bir ideolojik silah gibi
kullananların, küreselleşen dünyada bu kavramın içini
boşaltarak niçin bu derece dar bir alana hapsettiklerini ve
giderek ufkunu daralttıklarını anlayabilmiş değilim.
“Aydın, bir meselede karara varırken, bu benim işime
yarar mı, diye düşünmez, hakikat bu mudur, diye bakar”
(Erol Güngör)
Galiba 1976 senesiydi, Merhum Galip Erdem bizim öğrenci
derneğimize sohbet etmeğe geliyordu. Daha kendisi yoldayken,
ondan önce haber bize ulaştırıldı: “Galip Erdem, Başbuğ’a
muhaliftir, dikkatli olun!”. Üniversite öğrencileri bizler
de, bu ikaza rağmen Galip Ağabeyi dinlerken ona olan saygı
ve hayranlığımız bir kat daha artmıştı. Galip Erdem bizim
kuşağın birkaç tane aydınından biriydi. O kendi doğrularını
söylemekten öte bir şeyin peşinde değildi. Fakat siyasetin
doğruları bazen çok farklı olabiliyor. Bu anekdotu şunun
için aktardım: Biraz sonra milliyetçilik üzerine
düşüncelerimi sizlerle paylaşırken, kendine göre milliyetçi
olup olmayanların, hatta “hainlerin” çetelesini tutanlar;
yani dün bizi Galip Erdem’e karşı teyakkuza geçiren
zihniyetin hegemonyası altında olanlar, bize şiddetle itiraz
edecekler. Dindarlığı sadece bildik ibadetlere indirgeyerek
ev veya cami duvarları arasına sıkıştıran müslümanlarla, bu
dar görüşe karşı çıkanlar arasında başgösteren ihtilaflar
kadar, millet-milliyetçilik alanında da, benzeri bir
tartışma daha yaşanıyor ülkemizde. Önce yukarıda
bahsettiğimiz dindarlık-muhafazakârlık üzerine yürütülen
tartışmaya biraz daha açıklık getirmek için bir ilahiyatçı
aydını yardımımıza çağıralım:
“Allah Hakkı” olan ibadetlerine (oruç, hac, namaz, kurban,
zekât) bağlılığını yüksek oranda yerine getiren Anadolu
insanının, dürüstlük, hakkaniyet, adalet gibi “Kul Hakkı”
veya “Kamu Hakkı” söz konusu olduğunda oralı olmaması, bu
topraklarda muhafazakârlığın genetiğidir. Muhafazakâr
partilere oyunu “gecekondu” karşılığı veren fakir Anadolu
halkı, daha sonra da onu müteahhite ve TOKİ’ye vererek
bedavadan, devletten, kamu malından birkaç daire sahibi
oldu. Beş vakit namazını aksatmayan ve aynı zamanda da
“hacı” olan ünlü muhafazakâr zenginimiz, fabrikalarında 11
ay işçileri sigortasız, sendikasız, asgari ücretle
çalıştırıp 12. ayda kapı önüne koyup yenilerini alabiliyor.
(Prof. Dr. İlhami Güler, Türk Muhafazakârlığının Amerika
Muhibliğinin Kültürel-Ahlaki Soykütüğü)
Diğer tarafta ise, milliyetçiliği gündelik siyasetin
pençesinden ve dar ideolojik kalıplardan kurtararak, bütün
renkleriyle vatan sathına yaymak isteyenlerle, hamaset
nutuklarında milliyetçiliği garnitür olarak kulllananlar
arasındaki ihtilaflar da son zamanlarda siyasetçilerimizden
çok daha seviyeli bir şekilde aydınlarımız arasında
tartışılmaktadır. Aydınlarımızdan bazıları; “Liderler
arasında bitmez tükenmez kavgalar dizisine şimdilerde
milliyetçilik kavramı da eklendi.” dedikten sonra kendi
sorusuna cevabı yine kendisi veriyor: “Nasıl buluyorum bu
tartışmayı? Boş buluyorum. Teorik düzeyden ve içerikten
mahrum bir tartışma (Taha Akyol, Milliyetçilik, Hürriyet, 20
Şubat 2013)”. Ülkücü Hareket içinden gelen bir başka
aydınımız; “Milliyetçilik hiçbir dönemde bugün olduğu kadar
cehaletin, köksüzlüğün ve korkaklığın maskesi olarak
kullanılmadı” dedikten sonra kendi tezini şöyle
gerekçelendiriyor: “Türk tarihine, Türklüğe dair hiçbir şey
bilmenize gerek yok; ‘Türk Milliyetçisiyim’ dediğiniz zaman
o koca tarihin şanı-şerefi hemen sizin bireysel
mülkiyetinize geçiyor. Türklük sizi yüceltmiş, bütün
cehaletinizi, eksikliklerinizi örtmüş oluyor. Peki siz
Türklüğe ne katıyorsunuz? (Mümtaz’er Türköne, Kuru
Milliyetçilik, Zaman, 19 Şubat 2013)”
Cumhuriyet dönemi düşünce dünyamızın ve özellikle
“milliyetçi-muhafazakâr” camianın önemli fikir adamlarından
birisi olan Merhum Prof. Dr. Erol Güngör, milliyetçiliği
daha çok kültür ve medeniyet ekseninde tasavvur ettiğinden,
bu istikametteki popülist, konjönktürel mülahazalara hiç mi
hiç itibar etmemiştir. O’na göre; “Milliyetçilik, bir dış
mesele olarak görüldüğü zaman yerli kültürün yabancı kültüre
bütün sosyal müesseseleri de dahil olmak üzere karşı çıkması
şeklinde cereyan etmektedir. Bir iç mesele olduğu zaman ise
asıl iş, memlekette millî birliğe engel olacak mahiyetteki
kültürel, iktisadî ve sosyal farklılaşmanın asgariye
indirilmesidir. Bu iki problemi birleştirecek olursak
diyebiliriz ki, milliyetçilik ilk hamlede bir milli birlik
ve tecanüsün (homojenlik) kazanılması davasıdır”. Bundan
şunu anlamak mümkün:
1.
Dışa yönelik (kültürel) milliyetçilik; yabancı kültür
akımlarına karşı, yerli /millî kültürü hem fert olarak, hem
de kurum ve kuruluşlar olarak sahiplenmek, korumaktır.
2.
Şimdiki gibi, milli birliğimiz iç meselelerden dolayı
tehlikeye girdiğinde; milliyetçiliğimizi, ülkede başgösteren
kültürel, sosyal ve iktisadî sahalardaki dengesizlikleri,
kutuplaşmaları, adaletsizlikleri ortadan kaldırmada
göstermeliyiz.
Merhum Erol Hoca’nın son cümlesini özetlediğimizde,
milliyetçilik; bütün ırkî (etnik) farklılıklara rağmen,
ülkede barış ve huzurun altyapısını oluşturarak, ortak
değerler etrafında millî birliği sağlamaktır. Bu manâda
milliyetçi olunmadan sergilenen milliyetçilik; farkında
olmayanlar için cehaletten kaynaklanan kabilecilik,
hadisenin farkında olduğu hâlde bildik tavrını sürdürenler
içinse, ötekileştirdikleri üzerinden ve siyasi rant
sağlamaktır.
Arabesk-alaturka gibi bir kültürel hercümerç, değerler
dünyanızın en kılcal damarlarına kadar girebilmişse,
müslüman gibi ibadet, Batılı gibi hayat benimsenmişse,
yaratılan mevki-makamına, cebindeki parasına veya sizden
olup olmamasına göre muameleye tabi tutulmuşsa, böylesi bir
milliyetçilik anlayışından millete sadece zarar gelir! Her
toplumun avam tabakası olduğu gibi, siyasî-ideolojik
hareketlerin de kendi içinde avam’ı vardır.
“Avam, kendini aşan hadiseleri şüpheyle karşılar”
(Cemil Meriç)
Bilgi akışının ve iletişim araçlarının son derece
yaygınlaştığı bu çağda bilgi kapasitemiz ve düşünce ufkumuz
da genişlemiş olması gerekir. Demek istiyorum ki, temsil
ettiğimiz dünya görüşümüzün adı ne olursa olsun, o da bu
gelişmelere paralel olarak daha kapsamlı ve çağdaş
ihtiyaçlara cevap verecek evsafta olmalıdır. “Türk
Milliyetçiliği”ni kimseye kaptırmamakta ve kendilerinin
dışında “milliyetçi” tanımamakta direnenler, ezberlerini
bozmalı, eski alışkanlıklarından vazgeçerek önce kültür,
bilahare de medeniyet milliyetçiliğine terfi etmelidirler.
Farklı milliyet ve müstakil devletlere mensup ülkeler artık
ortak değerler etrafında birlikler oluştururken, bizim
milliyetçilik ve benzeri millî fikir hareketleri niçin
fiziki sınırları aşarak hem kültür hem de gönül coğrafyamızı
kucaklamasın... Türk, Arap ve Fars kültürünün
İslamlaşmasıyla daha renkli, dinamik ve bir o kadar da
zengin bir medeniyet mirasına sahip olanların dünya
görüşleri “milliyetçilik” üzerine inşa edilmiş olsa da,
mademki “millet”in bir sonraki merhalesi bütün müslümanları
kapsayan bir kavramdır; o hâlde globalist çağdaki
Müslüman-Türk milliyetçisine yakışan da; İslâm Milleti’nin
miliyetçisi olmaktır. Nitekim Cemil Meriç de; “Bu itibarla
bizim dünya görüşümüz en az üç milletin el ele vererek
hazırladığı bir sistemdir. (.....) Araplar, Türkler,
İranlılar bu ezeli hakikatin şekillenmesinde fıkhıyla,
sanatıyla el ele vermiştir” diyor. (C. Meriç, Sosyoloji
Notları)
Soğuk Savaş döneminin kavramlarına yüklenen anlamlar büyük
ölçüde geçerliliğini yitirdiğine göre, eğer millî
hassasiyetlerden hareketle dünya görüşümüzün adı illâ da
milliyetçilik olacaksa, bu kavramın ciddi manâda “revizyon”a
ihtiyacı var.
Devamı: Ümmet Ülkücülüğü
YAZARIN
DİĞER
YAZILARI:
Kavmiyetçilik,
Milliyetçilik, Ülkücülük
Serseri
Kurnazlar, Kurnaz Serseriler
Şehirlerin
ve Zihinlerin Gettoları
Kalabalıklar
İçinde Anonimleşmek
“Biz”likten,
“Ben”liğe Doğru...
Arkaik
Toplumlar, Gelişmekte Olanlar...
Memleketin
İki Yüzü
SAYFA
BASI
|