BRÜKSEL
MEKTUBU
Yakup
YURT
|
|
yakup.yurt@skynet.be
|
La
Brabançonne ve İstiklâl Marşı
Yukarıdaki iki sözcük "lâ Brabanson" diye
okunur ve Belçika ulusal marşının adıdır.
Marşın resmî metni şöyledir :
Ô Belgique, ô mère chérie
A toi nos cœurs, à toi nos bras,
A toi notre sang, ô Patrie!
Nous le jurons tous, tu vivras!
Tu vivras toujours grande et belle
Et ton invincible unité
Aura pour devise immortelle :
Le Roi, la Loi, la Liberté !
Le Roi, la Loi, la Liberté ! (bis) |
Ey Belçika, ey aziz ana,
Kalplerimiz, kollarımız,
Kanımız sana feda, ey
Vatan!
Birlikte and içeriz, yaşayacaksın!
Her daim büyük ve güzel olacaksın
Ve yenilmez birliğinin
Ölümsüz şiarı :
Kral, Yasa, Özgürlük !
Kral, Yasa, Özgürlük ! olacak (bis) |
Belçika ulusal marşı rivayete göre bir
devrim savaşı akşamı Jenneval
tarafından, Brüksel'in merkezinde bulunan rue
de la Fourche'taki (Diren Sokak) "L'Aiglon
d'Or" (Altın Kartal yavrusu) tabelalı
tavernada kaleme alınmış.
1830 Eylül ayında devrimci günler hızla devam
ediyorken, La Monnaie Tiyatrosu'nun Jenneval adındaki bu
genç oyuncusu vatanseverlik içeren dizeleri yazıyor ve
aynı tiyatroda müzisyen olan François
Van Campenhout de bu sözlere müzik besteliyor. Ve bunun
akabinde La Brabançonne ilk kez 1830 Ekim başında
La Monnaie Tiyatrosu'nda halk huzurunda icra ediliyor.
Yani başlangıçta devrimci bir şarkı olan
La Brabançonne 1860 yılında Başbakan Charles
Rogier'nin girişimi ile değiştiriliyor.
Sivri bazı sözcükler yumuşatılıyor ve
sadece 4.ncü kıta hem Fransızca hem de Flamanca
dillerinde resmen kabul ediliyor.
La Brabançonne'un metnini ve güftesini incelemek, akabinde
resmî bir versiyon önermek üzere çeşitli komisyonlar
görevlendiriliyor. Fakat bu çalışmaların hiçbiri
sonuç vermiyor. 1921 tarihli bir bakanlık genelgesi
yukarıdaki metni yasalaştırarak
yürürlüğe koyuyor.
Yukarıdaki çeviri bana ait. Olabildiğince aslına
sadık. İçerik ne güzel ve ne kadar anlamlı değil
mi? Buram buram vatan sevgisi kokuyor. "Sana
olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…"
diyen Türk İstiklâl Marşı gibi kana gönderme
yapıyor. Ve yaklaşık 40 yıldan beri Belçika'da
yaşayan Türkiye kökenli bir Belçikalı olarak, ben
gerçekten seviyorum Belçika'yı. Tüm içtenliğimle.
Türkiye kadar : Ne daha az, ne daha çok! Biri anam, biri
babam sanki. Hiç fark yok. Tek fark şu ki doğumumdan
Belçika'ya gelişimine kadar on yedi sene, kesintisiz, Türkiye'de
yaşadım, emekledim, yürüdüm, büyüdüm koştum,
okula gittim, eğitildim, sosyalize edildim, şartlandırıldım.
Siyah önlük giydik, beyaz yaka taktık. Saçlarımız
ve tırnaklarımız hep bakımlıydı.
Kol mesafesi sıra olduk ikişer ikişer. Kirli tırnaklılara
cetvel ile vurdu öğretmenimiz. Babalarımız
bizleri "Eti senin, kemiği benim!"
diyerek teslim ederlerdi öğretmenlere. Adam edilmeliydik
ve "Dayak
cennetten çıkmaydı" sonuçta. "Daha dün annemizin kollarında yaşarken/Çiçekli bahçemizin
yollarında koşarken/Şimdi okullu olduk, sınıfları
doldurduk/Sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz"
şarkısını bir ağızdan söyledik
hep birlikte. "Oku!"
diye emrediyordu Kuran'ı Kerim'in ilk ayeti. "İlim
Çin'de de olsa, git öğren" ve "Bana bir kelime öğretenin kulu, kölesi olurum"
denilerek cehaletin ne denli kötü bir şey olduğu aşılanmıştı
genç dimağlarımıza. Pazartesi sabah okulun açılışında
ve Cumartesi öğlen kapanışında bayrak töreni
yapılır ve İstiklâl Marşını söylerdik,
"Türk! Öğün, çalış,
güven" şiarına uygun bir şekilde.
Büyüklerimizi sayar, küçüklerimizi severdik. Az ile
yetinmeyi ve paylaşmayı bilirdik. Birazcık
vatanseverlik aşıladılar. Toprağına
ve insanına aşık oldum Anadolu'nun sonuçta.
Daha fakirdik şüphesiz, ama daha mutluyduk kendimizce.
Sevmek mantık gerektirmez. Sevda mantığı
kovalar, yok eder. Önce sevilir, sonra mantık aranır
sevgi yumağında. Sevda sevileni güzelleştiren
en büyük dürtüdür (motivasyon). Sevdiğini anlamaya
çalışır insan; onun dilini ve kültürünü öğrenir.
Belçika Kralına (meşruti) ve ülkenin yasalarına
saygımız sonsuz. Özgürlük ise sadece iş-güç
sahibi karnı tok insanların çoğunlukta olduğu
toplumlarda yaşayabiliyor. İş-güç sahibi
olmayan azınlık ise varsıllara yasal olarak
dayatılan dayanışma sistemi ile sağlanan
sosyal haklarla korumaya alınıyor. Sistemin
cazibesini de zaten bu sosyal haklar oluşturuyor. Batı
Avrupa bunları vitrinini süslemek için kullanıyor.
Ekonomik kriz dönemlerinde bu haklar tırpanlanıyor
ve güneşte kalmış dondurma gibi eriyor her geçen
gün. Yaşam şu an için 25 ülkeden oluşan
Avrupa Birliği'nde de zorlaşıyor her geçen gün.
Ve Türkiye bu dünyaya girme süreci için müzakerelerin başlangıç
tarihi alabilme telaşında. Telaşa gerek yok :
Verecekler!..
40 yıldır Avrupa Birliği'nin içinde yaşayan
biz Avrupalı Türkler ne kadar Avrupalılaşabildik
acaba? Yaşadığımız ülkenin dilini
biliyor, kültürüne yakınlaşıyor, sunduğu
eğitim olanaklarından yararlanıyor muyuz? Yapılanları
yeterli görüyor musunuz? Sizce zamanı gelmedi mi? Ne
zaman gelecek? Belçikalılaşırsak Türkiye'yi
sevmeyiz, dinimizden uzaklaşırız mı sanıyorsunuz?
Yok canım, temeli sağlam bina yıkılmaz!
Dil bilmek ve eğitimli olmaktan kim zarar görmüş.
Amaç çağdaş uygarlığı yakalamak değil
mi? Yeterki sağlam temeller atalım! Bunu yapabildiğimiz
takdirde ne olacağının yanıtını
İstiklal Marşı'nın iki mısrası
veriyor :
"Doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın."
Brüksel,
22 Eylül 2005
YAZARIN
DİĞER
YAZILARI:
La
Brabançonne ve İstiklâl Marşı
Darbelerle
Dolu 55 Yıl
Tükenen
Ömürler
Gurbetten
Gelmişim...
Lahey'de
Kısa Bir Günden İzlenimler
1950’den
Mektup Var…
Nereden
geldik, nereye gidiyoruz?
Tutarlılığa
Davet
Köprünün
altından daha çok sular akacak
SAYFA
BASI
|